"Bu arada kendimle kalınca sakin ol diyorum ama ne zamana kadar.
Bu kaçıncı gecedir kendi kendime onunla konuşuyorum. Geçmiş acılı günlerin tartışmasını yapıyorum. Anlatıyor ve bütün yanlış anlaşılmaları, haksızlıkları düzeltiyorum. Onları yeni baştan yaşanacak bir zamanın önüne getiriyorum. Konuşuyorum onunla. Boş zamanlarımda da değil. Günlük çalışmalar sırasında ama gören olmuyor bu yaptığımı. Dış görünüşüm ele vermiyor beni.
Kısa ya da uzun yürüyüşlerde oluyor nedense daha çok. Bir dalgınlığa koyulma gibi başlıyor. Arkadaşlarımı bilmiyorum ama yürüyüşler çok verimli benim için. Hem dışarda görünüyorsun hem içeriye kaybolabiliyorsun. Ayak seslerinin biraz arkasında az bir gayretle bir benzemeden dolayı başka bir ses duyulmaya başlıyor. Adi adıma geçilince bir çözülme, ayak seslerinin birbirine ve oraya buraya çarpması, bir dağınıklık başlıyor. Ama biraz dikkat edilince o dip sesin kaybolmadığını, görünüşte sadece beraberliğin bir parça dağıldığını, zira işin içine sesin sahiplerinin mizaçlarının karıştığını, bir nevi cezbenin başladığını görüyorum. Kendime dair düşüncelerim kayboluyor. Ve bu mizaçların sahiplerine, yüzlerine bakıyorum. Tanıyorum bu insanları. Ve görüyorum ki seslerine sahip çıkıyor değiller. Ve bilmiyorlar. (.....) Ve daha bir çok günlük olay ve eşyanın hemen arkasında kullanmakta olduğum zamana en yakın bir içimde beraberliklerimizi düşünüyorum. Haşa, "marifet" bu olsaydı derecemle övünürdüm. -Bir gün biri çıkar, insanları ölçmek için meslekleri ne olursa olsun aşık olup olmadıklarını sorarsa, anlamaya muvaffak edildiği bir ince güzelliğin hakkını kullanıyor demektir.
Elimizdeki bütün işleri bırakıp, evlerde, parklarda, yollarda öbek öbek toplanıp ve dağ başlarında bir araya gelerek omuz omuza yaslanarak düşünelim.
Hiç aşık olduk mu?
Neye aşık olduk?
Onu nasıl karşıladık?
Onun ilk niyetiyle donduk kaldık mı yoksa ilk nimet gözlerimizi onun gizlediği daha büyük bir nimete mi açtı.
Ve ikincisi üçüncüsüne
ve böylece
gide gide
gerçek marifetle gelebildik mi içiçe.
Oysa ben neler düşünüyorum. Diyorum ki gururumun bu kadar incinmesine dayanmamalıydım. İşte başıma gelen. Daha başlangıçta takılıp kalmışım bile. Böyle olacağına, insan, arkasının gelmeyeceğini bile bile, bir kaç zavallı lirasını ihtiyacı olanlarla bölüşebildiğini düşünüp böbürlensin daha iyi.
Niye yazıyorum ki bunları.
İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım. Açıp gösterelim. Yine de anlatıyoruz ama. Bizi fark edince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım.
Gelecektim. Ama daha bir kötü hatıram olsun istemedim. Ona böyle yazdım. Merhametle bakarak gülümsedim. Görünüşü acımayı da zorlaştırıyor insana.
Nereye varacağı belli olmayan kendi sağlığım taşınmaz bir yük oluyor. Hayret o da gülümsüyor. Yine demiyorum. Bakıyor. Fakat bu defa sanki o değil.
Peki ben kimim?!" (Yaşamak, 120) Cahit Zarifoğlu
25 Kasım 2014 Salı
resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim,
resulullah yolda ebu bekir'i görse 'es selamu aleyküm ya sıddık' derdi,
ben yolda ebu bekir'i görsem tanımam.
resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.
resulullah azrail'i yolda görse tanırdı;
ben azrail'i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.
resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey allah'ın resulü; fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?
resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki 'kızım ha gayret!';
ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki 'anneciğim ölmesen...'
ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki 'anneciğim seni ben...';
annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz
resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.
ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının
anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf...
resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.
annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!
olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
nasıl olsa resulullah da ölü annem de ölü.
Resulullahla Benim Aramdaki Farklar - Ah Muhsin Ünlü
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
..
//Cemal Süreya
Danışanlarım terapi seanslarında ağladıkları zaman genellikle şöyle bir cümle geliyor; "Kusura bakmayın, böyle ağlayacağımı bilmiyordum..." ya da gözleri yaşardığında bunu saklamak için bir süre mücadele edip, sonra kendini bıraktığında; "Lütfen kusura bakmayın" şeklinde bir rahatsızlık belirtiyor. Ağlamanın utanç verici bir durum olduğunu öğrenmişiz ya da özür dilenmesi gereken bir ayıp...
Erkek çocuklarına; "Karı gibi ağlama" diyen ebeveynler olursa ilerde sevgilisinin, karısının, arkadaşının ağlamasına nasıl empati yapsın ki bu çocuklar? Kendi duygusu anlaşılmayan birisinin, üstelik bu duygularını bastırıp, istifledikçe kendi duygularına bile yabancılaştığını düşünürsek, nasıl olacak ki karşısındakine sarılıp, okşayıp ; "Anlat bana gözyaşların ne diyor?" diye davranabilmesi. Ya aşağilayacak karşısındakini, ya da ya da yokmuş gibi davranıp görmezden gelecek.
Kadın veya erkek farketmez, ağlayan bir insandır ve ağlayan kişi bize bir şey söylemek istemektedir; "Çok canım yanıyor, üzülüyorum, yaşadığım duygunun ağırlığına dayanamıyorum, çok kırılıyorum gibi..." Ya da; "anlaşılmak istiyorum" gibi... Bir birikimin sonucunda duygusal ve fiziksel olarak rahatlamak ihtiyacı doğmuştur ve boşalmak da istiyor olabilir; elini tutup rahatlamasını sağlamak, "Benimle konuşmak ister misin ?" demek, omuzuna yaslamak, duygularını açmasını sağlamaya çalışmak ne iyi olur...
Zaten ağlamak ille de gözden yaş akarak olmuyor Victor Hugo' nun dediği gibi; "Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?" İnsan içine içine de ağlar ama o zaman da içine dert bağlar!
Ağlayan kişiye yakın durmak hem size onu anladığınız için, hem de karşı tarafa anlaşıldığı için iyi hisettirir. Yani kısaca; "Ağlamak, çoğu zaman iyileştirir..."
Ruşen Nur Arıkan
Çok yalnızım, mutsuzum
Göründüğüm gibi değilim aslında
Karanlıklarda kaybolmuşum
Bir ışık arıyorum, bir umut arıyorum uzun zamandır
Aradıkça batıyorum karanlık kuyulara
Kimse duymuyor çığlıklarımı
Duyan aldırış etmiyor çekip kurtarmak istemiyor
Bense insanların bu ilgisizliği karşısında ilgiye susamışım
Ümidimi yitirmişim
Biliyorum bir gün dayanamayacak küçük kalbim
Arkamı dönüp inandığım ve güvendiğim her şeye
veda edeceğim.
Nilgün Marmara.
İfade edilmemiş duygular asla ölmez, sadece diri diri gömülür ve sonradan korkunç şekilde tezahür ederler.
*Sigmund Freud
Bastırılan, ifade edilmeyen duygular tamamlanmamış, yarım kalmış işler gibidir. Sonradan çok daha komplike biçimde karşımıza çıkabilirler. Duygularımızı bastırmak depresyon, anksiyete gibi durumlara yol açabileceği gibi, psikosomatik yakınmaları da beraberinde getirebilir.
Sebepsiz olduğunu düşündüğünüz ya da anlam veremediğiniz ağrılarınız var ise, kaslarınızda sürekli gerginlik hissediyor, sabahları yorgun kalkıyorsanız ve bu durum iki haftadan uzun süredir devam ediyorsa bir uzmana danışmanızda fayda olabilir. Unutulmamalıdır ki ruh ve beden sağlığı bir bütündür.
Tam böyle her şey tamam diyorsun, benim hayatım artık iki kişilik diyorsun ve iki kişilik düşünmeye başlıyorsun ama sonra ne oluyor biliyor musun?
"Gidiyor."
Böyle dıral dedenin düdüğü gibi kalıyorsun. Şimdi o gidiyor ya, ikiden bir çıkınca ne kalır, bir kalır değil mi? Öyle değilmiş işte, yarım kalıyormuşsun..
Leyla İle Mecnun
DETERMİNİZM Mİ, ÖZGÜR SEÇİM Mİ?
Freud’un insan doğasına yaklaşımı, deterministtir çünkü davranışların, şu anki amaçlardan ziyade geçmiş olaylar tarafından şekillendirildiğine inanır. Şimdiki davranışlarımız üstünde hiç kontrolümüz yoktur ya da çok az kontrolümüz vardır. Çünkü insanlar, yok edici memnuniyet için sömüren vahşi yaratıklardır. Davranışlarımız, şu anki bilincimizin ötesine geçen bilinçdışı isteklerimizle şekillenir.
*Prof.Dr. Ahmet ÇELİKKOL'un "Freud Kuramı Ne Kadar Haklı?" isimli yazısından.
Çok geç diye bir zaman yoktur!.. Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra;
“Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz” dedi.. Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki, yumuşak bir el omzuma dokundu.. Döndüm.. Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu..
“Ben Rose” dedi..
“Benim adım Rose, yakışıklı.. 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?.
“Güldüm.. “Tabii” dedim..
“Hadi sarıl bana..”Öyle sımsıkı sarıldı ki “Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin” diye şaka yaptım… Minik bir kahkaha ile yanıtladı:
“Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım..”
Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık.. Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum. Sömestre boyunca Rose kampüsün gülü oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. iyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu..
Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu.. Sömestre sonunda, Futbol balosuna davet ettik, Rose’u.. Konuşma yapması için.. Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok.. Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde budeste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi..
“Ne kadar beceriksizim, değil mi?.. Özür dilerim.. Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz.. şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil.. Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?..” Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı: “Yaşandığımız için, evlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz.. Evlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır.. Her gün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak.. Bir rüyanız olmalı mutlaka.. Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz.
Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok.. Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır.. Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiç bir şey yapmadan, hiç bir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz.. Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiç bir şey yapmadan, hiç bir şey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır.
Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak bir şeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir. Asla pişman olmayın.. Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü..
Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır.. Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır..”
Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi..
Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü.
Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.
“Yapabileceğimiz her şeyi yapmak için asla geç olmayacağını” hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu.. Rose’un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı:
“Çok geç diye bir zaman yoktur!..
(Anonim)
Ağaca Bağırmak
Solomon adalarında yaşayan yerlilerin ilginç bir ağaç kesme yöntemi olduğunu biliyor muydunuz? Elektronik testere gibi teknolojik nimetlerden mahrum olan yerliler, baltayla kesemeyecekleri kadar kalın bir ağacı üfleyerek deviriyorlarmış… Evet, yanlış duymadınız, üf-le-ye-rek. Baltayla deviremeyeceklerini düşündükleri ağacın karşısına hep birlikte dizilip bir ağızdan ağaca kötü sözler fısıldıyorlarmış. Bunu yaparken her bir ağacın içinde bir ruh taşıdığına inanıyorlarmış. Kötü fısıltıların bu ruhu güçlendirip ağacı terk etmesini bekliyorlarmış. Ve haklı da çıkıyorlarmış. Bir süre sonra ağaç kurumaya yüz tutuyor, ardından da devriliyormuş…
İnanamayabilirsiniz…
Ancak Solomon adası yerlilerinin ağacın içinde farz ettiği ruhun insanlarda da olduğuna bir inanabilsek… Ve onları baltadan çok kötü sözlerin devireceğine…
Söz baltadan daha yaralayıcı olmalı…
Charles Bukowski
Biliyor musun çıtır çıtır kırdılar beni. Artık ne olursam olayım, asla eski ben olamayacağım. Gördüğü kötülüklerden sonra, eskisi gibi bakamayacak kadar değişti gözlerim. Tenimin dokusu değişti ve asıl tuhafı, ellerim yaşlandı bak!
Antisosyal Kişilik Bozukluğu
Çocuklukta veya ergenlik başlarında ortaya çıkan ve erişkinlik yıllarında devam eden, başkalarının haklarını dikkate almama veya ihmal etme gibi yaygın bir davranış örgüsüyle tanımlanan bir rahatsızlık. Belirgin davranış özelikleri arasında nezaketsizlik, tekrarlanan yalan söyleme, hırsızlık, kalıcı ve sevgiye dayalı ilişkiler kuramama, sıkıntıya gelememe, suçluluk, pişmanlik, empati duygularından tamamen yoksunluk, sorumsuzluk, acımasızlık, dürtüsellik, tecrubeden veya cezadan ders çıkaramama, engellenmeye dayanamama, sadakatsizlik, şiddet eğilimi vb. sayılabilir. Bu tipler genellikle sosyalleşmemiş olsa da, sosyal becerileri çok gelişmiştir ve bunu başkalarını istismar etmek ve kendi çıkarlarına göre yönlendirmek için kullanırlar. Belirtiler erken yaşta başlasa da, bu teşhisin konulabilmesi için kişinin en az 18 yaşında olması ve 15 yaşından önce tavır bozukluğu teşhisi konulmuş olması gerekir.
Film Onerileri;
*Reservoir Dogs
1992, Suç/Gizem/Gerilim, 99 dk.
Yönetmen: Quentin Tarantino
Filmin Kısa Özeti: Hepsi tehlikeli birer suçlu olan ve birbirlerine "Bay Sarışın", "Bay Mavi" ya da "Bay Turuncu" diye hitap eden çete üyeleri bir elmas toptancisini soyarlarken yakalanırlar. Birbirlerini daha önce pek tanımayan, mayfa babasi Joe tarafından bu işi yapmak üzere bir araya getirilmiş suçlulardır. Alarm çalmadan önce polis baskınına uğradıkları için aralarindan birinin köstebek olduğuna inanirlar ki ilerleyen zamanlarda bu şüphenin yersiz olmadığı ortaya çıkar. Daha önce hırsızlık, cinayet gibi suçlar işlemiş olan çete üyeleri birbirlerini öldürmekten çekinmez ler.
*American History X
1998, Suç/Dram, 119 dk.
Yönetmen: Tony Kaye
*A Time to Kill
1996, Suç/Dram/Gerilim, 149 dk.
Yonetmen: Joel Schumacher
*Bad Lieutenant
1992, Suç/Dram, 96 dk.
Yönetmen: Abel Ferrara
*Cape Fear
1991, Dram/Gerilim, 128 dk.
Yönetmen: Martim Scorsese
*Copycat
1995, Suç/Gizem/Gerilim, 123 dk.
Yönetmen: Jon Amiel
*Monster
2003, Biyografi/Suç/Dram, 109 dk.
Yönetmen: Patty Jenkins
*Natural Born Killers
1994, Suç/Dram/Romantik, 118 dk.
Yönetmen: Oliver Stone
Yaşar Kuru
HORMONLU EBEVEYNLİK YAPMAYIN
• Çocuğunuzun gözünde, aşırı büyümeyin…
• Çocuk, şöyle düşün-me-melidir:
- “ Benim annemin elinden her iş gelir…”,
- “ Babamın üstesinden gelemeyeceği zorluk yoktur…”,
- “ Sen biliyon mu…benim babam bana her şey alabilir…”,
- “ Ben ne istersem, bizim evde o mutlaka vardır…”,
- “ Bizim soframızda her türlü yemek bulunur…”,
- “ Babam istesin, uçak bilem alır…”,
- “ Ben, babamın yanlış yaptığını hiç görmedim…o her şeyi bilir…”,
- “ Babamın sözü her yerde geçer…”…
• Doğrusunu isterseniz çocuklar;
- Küçük yaşlarda, ebeveynlerinin bu şekilde olmalarını çok isterler.
- Hatta; buna benzer cümleleri, uydurup uydurup söyleyebilirler…
- Her fırsatta, arkadaşlarına caka satmaya bayılırlar.
• İşte;
- Anneler-babalar, onların böylesine övünmeye dönük yönlerini törpüleyip köreltmelidir. Çocukların hayallerine cevap verme yarışına girmemelidir.
- Çünkü çocuklar; sizin zayıf yönlerinize tanık olmazlarsa, - beceriksizliklerinize, acizliklerinize değil elbette-, sizi gözlerinde kat kat büyütürler.
- Ne zamana kadar?
- İlk çocukluk sonrası döneme kadar.
• İlkokuldan itibaren olan evrede:
- Çaresizliklerinize, yetemediklerinize, zayıf ve güçsüz yönlerinize…
• Kısacası, sıradan bir insan oluşunuza tanık olmaya başladıklarında, çocukların hayallerinden şunlar geçer:
- “ Yok ya…annem hiç de göründüğü gibi değilmiş…”,
- “ Babama baksana…boşuna gözümde büyütmüşüm onu…”,
- “ Meğer onlar da “sıradan” insanlarmış…”,
- “ Onu soruyorum bilmiyor…bu nedir diyorum, şimdiye kadar duymadım diyor…”,
- “ Annemden dün baklava-börek istedim…yapamazmış…işi çokmuş…yetişemezmiş…”,
- “ Babama, arkadaşlarımla “at binmeye” gideceğimizi söyledim…kıyameti kopardı…neymiş, o kadar para veremezmiş…”,
- “ Bir spor ayakkabımın bile markalısını alamıyorlar…”,
- “ Sınıfta herkesin akıllı telefonu var…evde söyleyecek oldum, pişman ettiler insanı…”,
- “ Neymiş efendim…o kol saatine o kadar para mı verilirmiş…elalem nasıl veriyor…”,
- “ Öf ya…bıktım şunlardan…her şeye mazeret…”,
- “ Sanki milletin anesi-babası uzaydan geldi…”,…
• Şimdi siz bana şunu söyleyebilirsiniz:
- “ Derse desin hocam…hiç umurumda değil…”,
- “ O istiyor diye kendimizi mi harap edelim yani…”,
- “ Kızar…bağırır…susar…”,
- “ Çok çok, kapıları çarpıp sokağa fırlar…”…
• Keşke o kadar basit olsa…
• Çocuk;
- Başkalarının annelerine-babalarına…arkadaşlarının ailelerine…güçlü-zengin insanlara “özenti” geliştirmeye başlayacaktır…
- “ Ne varsa onlarda var…”, dedi mi bir kere; annesiyle, babasıyla, ailesiyle olan bağlarında çatırdamalar başlayacaktır.
- Gerisini, siz benden daha iyi biliyorsunuz…
• Şimdi, hak verdiniz mi bize bilmem:
- Ne olursunuz…doğal…tabii anneler babalar olun…
- Küçük yaştaki çocuklarınız için, gücünüz yetse dahi, lüzumsuz harcamalar yapmayın…
- Çocuğunuzun nazarında, çok bilmiş…çok güçlü…süper baba…ne yapar yapar, annem halleder…tipten ebeveynler olmayın, derken kastettiğim buydu…
• Çocuk, şöyle düşün-me-melidir:
- “ Benim annemin elinden her iş gelir…”,
- “ Babamın üstesinden gelemeyeceği zorluk yoktur…”,
- “ Sen biliyon mu…benim babam bana her şey alabilir…”,
- “ Ben ne istersem, bizim evde o mutlaka vardır…”,
- “ Bizim soframızda her türlü yemek bulunur…”,
- “ Babam istesin, uçak bilem alır…”,
- “ Ben, babamın yanlış yaptığını hiç görmedim…o her şeyi bilir…”,
- “ Babamın sözü her yerde geçer…”…
• Doğrusunu isterseniz çocuklar;
- Küçük yaşlarda, ebeveynlerinin bu şekilde olmalarını çok isterler.
- Hatta; buna benzer cümleleri, uydurup uydurup söyleyebilirler…
- Her fırsatta, arkadaşlarına caka satmaya bayılırlar.
• İşte;
- Anneler-babalar, onların böylesine övünmeye dönük yönlerini törpüleyip köreltmelidir. Çocukların hayallerine cevap verme yarışına girmemelidir.
- Çünkü çocuklar; sizin zayıf yönlerinize tanık olmazlarsa, - beceriksizliklerinize, acizliklerinize değil elbette-, sizi gözlerinde kat kat büyütürler.
- Ne zamana kadar?
- İlk çocukluk sonrası döneme kadar.
• İlkokuldan itibaren olan evrede:
- Çaresizliklerinize, yetemediklerinize, zayıf ve güçsüz yönlerinize…
• Kısacası, sıradan bir insan oluşunuza tanık olmaya başladıklarında, çocukların hayallerinden şunlar geçer:
- “ Yok ya…annem hiç de göründüğü gibi değilmiş…”,
- “ Babama baksana…boşuna gözümde büyütmüşüm onu…”,
- “ Meğer onlar da “sıradan” insanlarmış…”,
- “ Onu soruyorum bilmiyor…bu nedir diyorum, şimdiye kadar duymadım diyor…”,
- “ Annemden dün baklava-börek istedim…yapamazmış…işi çokmuş…yetişemezmiş…”,
- “ Babama, arkadaşlarımla “at binmeye” gideceğimizi söyledim…kıyameti kopardı…neymiş, o kadar para veremezmiş…”,
- “ Bir spor ayakkabımın bile markalısını alamıyorlar…”,
- “ Sınıfta herkesin akıllı telefonu var…evde söyleyecek oldum, pişman ettiler insanı…”,
- “ Neymiş efendim…o kol saatine o kadar para mı verilirmiş…elalem nasıl veriyor…”,
- “ Öf ya…bıktım şunlardan…her şeye mazeret…”,
- “ Sanki milletin anesi-babası uzaydan geldi…”,…
• Şimdi siz bana şunu söyleyebilirsiniz:
- “ Derse desin hocam…hiç umurumda değil…”,
- “ O istiyor diye kendimizi mi harap edelim yani…”,
- “ Kızar…bağırır…susar…”,
- “ Çok çok, kapıları çarpıp sokağa fırlar…”…
• Keşke o kadar basit olsa…
• Çocuk;
- Başkalarının annelerine-babalarına…arkadaşlarının ailelerine…güçlü-zengin insanlara “özenti” geliştirmeye başlayacaktır…
- “ Ne varsa onlarda var…”, dedi mi bir kere; annesiyle, babasıyla, ailesiyle olan bağlarında çatırdamalar başlayacaktır.
- Gerisini, siz benden daha iyi biliyorsunuz…
• Şimdi, hak verdiniz mi bize bilmem:
- Ne olursunuz…doğal…tabii anneler babalar olun…
- Küçük yaştaki çocuklarınız için, gücünüz yetse dahi, lüzumsuz harcamalar yapmayın…
- Çocuğunuzun nazarında, çok bilmiş…çok güçlü…süper baba…ne yapar yapar, annem halleder…tipten ebeveynler olmayın, derken kastettiğim buydu…
Yaşar Kuru
ARANIZI SIMSICAK TUTUN
• Çocuğunuza;
- Kendisini çok sevdiğinizi söylemeyin; “hissettirin”,
- Ona ne kadar değer verdiğinizi anlatmayın; “gösterin”,
- Tıpkı, eşinize karşı böyle davranmanız gerektiği gibi…
• Çocuğunuz şunu “iliklerine” kadar hissedebilmelidir:
- “ Ben, ne kadar yaramazlık yapsam da, bu iki insan beni çok seviyor.”,
- “ Yemeğimi bitirmesem de, bana bu evde baskı yapılmaz.”,
- “ Evde kaza ile kıymetli eşyalara zarar vermiş olsam bile, annem bana bağırmaz.”,
- “ Derslerimi aksatsam da, ödevlerimi ihmal etsem de, annem-babam bana kızmaz.”,
- “ Bazı sınavlardan zayıf alsam da, notlarım düşük olsa, karnem berbat olsa da, beni kimseyle kıyaslamazlar, bana küsmezler…”,
- “ Her ne kadar, onların hayallerindeki gibi bir çocuk olamasam da, gönüllerindeki tahttan beni indirmezler.”,
- “ Zaman zaman anneme kızmış olsam da, ona öfkelensem de, bağırsam da, annem beni yine çok sever.”…
* Eşinizin de;
- Size karşı, buna benzer hislere sahip olmasına çalışmalısınız...
• Tüm bu düşünceler, çocuğunuzun bir süre sonra;
- Size “güvenmesini” sağlayacaktır.
- Size güvenen çocuğunuz, size bağlanacaktır.
- Size bağlanan çocuk, sizinle bütünleşecektir,
- Sizinle bütünleşen çocuğunuzun size ve ailesine karşı “aidiyet” duyguları gelişecektir.
• Sonra bakın neler olacaktır:
- İleriki zamanlarda; bazı konularda çocuğunuzla;,
- Sürtüşmeler yaşasanız dahi, onunla inatlaşsanız bile,
- Haklı direnmelerinizin karşısında,
- Uyguladığınız “pozitif” disiplin yüzünden…sizinle olan bütünleşmesi ya da “aidiyeti” zarar görmeyecek, bağınızın temelleri sarsılmayacaktır.
• Tüm bu kazanımlarınız;
- Onun, bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerinde, sizin hakkınızdaki düşüncelerinin yukarıdaki gibi oluşmasına bağlıdır.
• Çocuğunuza karşı kullandığınız;
- Ültimatomlar, tehditler, korkutmalar, cezalandırmalar…onun algısında sizin, anne-baba olarak yansımasına engel olabilir.
- Bu nedenle sizi, farklı bir insan olarak algılamasına, size direnmesine, sözünüzü dinlememsine yol açabilir.
- Bu durumun ilk meyvesi ise, sizin hakkınızda güven duygusunu yitirmek olacaktır.
• Çocuğun; ebeveynine karşı olan “güven” kalesinin yıkılmasına sebep olan anne-baba tavırlarının bir başka versiyonu da, çocuğun, onların yalanlarına ve dedikodularına tanık olmasıdır.
- Siz siz olun, “şaka” yollu da olsa bu iki konudan uzak durmalısınız.
- Kendisini çok sevdiğinizi söylemeyin; “hissettirin”,
- Ona ne kadar değer verdiğinizi anlatmayın; “gösterin”,
- Tıpkı, eşinize karşı böyle davranmanız gerektiği gibi…
• Çocuğunuz şunu “iliklerine” kadar hissedebilmelidir:
- “ Ben, ne kadar yaramazlık yapsam da, bu iki insan beni çok seviyor.”,
- “ Yemeğimi bitirmesem de, bana bu evde baskı yapılmaz.”,
- “ Evde kaza ile kıymetli eşyalara zarar vermiş olsam bile, annem bana bağırmaz.”,
- “ Derslerimi aksatsam da, ödevlerimi ihmal etsem de, annem-babam bana kızmaz.”,
- “ Bazı sınavlardan zayıf alsam da, notlarım düşük olsa, karnem berbat olsa da, beni kimseyle kıyaslamazlar, bana küsmezler…”,
- “ Her ne kadar, onların hayallerindeki gibi bir çocuk olamasam da, gönüllerindeki tahttan beni indirmezler.”,
- “ Zaman zaman anneme kızmış olsam da, ona öfkelensem de, bağırsam da, annem beni yine çok sever.”…
* Eşinizin de;
- Size karşı, buna benzer hislere sahip olmasına çalışmalısınız...
• Tüm bu düşünceler, çocuğunuzun bir süre sonra;
- Size “güvenmesini” sağlayacaktır.
- Size güvenen çocuğunuz, size bağlanacaktır.
- Size bağlanan çocuk, sizinle bütünleşecektir,
- Sizinle bütünleşen çocuğunuzun size ve ailesine karşı “aidiyet” duyguları gelişecektir.
• Sonra bakın neler olacaktır:
- İleriki zamanlarda; bazı konularda çocuğunuzla;,
- Sürtüşmeler yaşasanız dahi, onunla inatlaşsanız bile,
- Haklı direnmelerinizin karşısında,
- Uyguladığınız “pozitif” disiplin yüzünden…sizinle olan bütünleşmesi ya da “aidiyeti” zarar görmeyecek, bağınızın temelleri sarsılmayacaktır.
• Tüm bu kazanımlarınız;
- Onun, bebeklik ve ilk çocukluk dönemlerinde, sizin hakkınızdaki düşüncelerinin yukarıdaki gibi oluşmasına bağlıdır.
• Çocuğunuza karşı kullandığınız;
- Ültimatomlar, tehditler, korkutmalar, cezalandırmalar…onun algısında sizin, anne-baba olarak yansımasına engel olabilir.
- Bu nedenle sizi, farklı bir insan olarak algılamasına, size direnmesine, sözünüzü dinlememsine yol açabilir.
- Bu durumun ilk meyvesi ise, sizin hakkınızda güven duygusunu yitirmek olacaktır.
• Çocuğun; ebeveynine karşı olan “güven” kalesinin yıkılmasına sebep olan anne-baba tavırlarının bir başka versiyonu da, çocuğun, onların yalanlarına ve dedikodularına tanık olmasıdır.
- Siz siz olun, “şaka” yollu da olsa bu iki konudan uzak durmalısınız.
ÖFKELENİNCE NEDEN BAĞIRIRIZ?
Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş.
Öğrencilerden biri: “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince
Ermiş: “Ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız? ” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:
“İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:
“ Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin.Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”
7 Kasım 2014 Cuma
Antisosyal Kişilik Bozukluğu
Çocuklukta veya ergenlik başlarında ortaya çıkan ve erişkinlik yıllarında devam eden, başkalarının haklarını dikkate almama veya ihmal etme gibi yaygın bir davranış örgüsüyle tanımlanan bir rahatsızlık. Belirgin davranış özelikleri arasında nezaketsizlik, tekrarlanan yalan söyleme, hırsızlık, kalıcı ve sevgiye dayalı ilişkiler kuramama, sıkıntıya gelememe, suçluluk, pişmanlik, empati duygularından tamamen yoksunluk, sorumsuzluk, acımasızlık, dürtüsellik, tecrubeden veya cezadan ders çıkaramama, engellenmeye dayanamama, sadakatsizlik, şiddet eğilimi vb. sayılabilir. Bu tipler genellikle sosyalleşmemiş olsa da, sosyal becerileri çok gelişmiştir ve bunu başkalarını istismar etmek ve kendi çıkarlarına göre yönlendirmek için kullanırlar. Belirtiler erken yaşta başlasa da, bu teşhisin konulabilmesi için kişinin en az 18 yaşında olması ve 15 yaşından önce tavır bozukluğu teşhisi konulmuş olması gerekir.
Film Onerileri;
*Reservoir Dogs
1992, Suç/Gizem/Gerilim, 99 dk.
Yönetmen: Quentin Tarantino
Filmin Kısa Özeti: Hepsi tehlikeli birer suçlu olan ve birbirlerine "Bay Sarışın", "Bay Mavi" ya da "Bay Turuncu" diye hitap eden çete üyeleri bir elmas toptancisini soyarlarken yakalanırlar. Birbirlerini daha önce pek tanımayan, mayfa babasi Joe tarafından bu işi yapmak üzere bir araya getirilmiş suçlulardır. Alarm çalmadan önce polis baskınına uğradıkları için aralarindan birinin köstebek olduğuna inanirlar ki ilerleyen zamanlarda bu şüphenin yersiz olmadığı ortaya çıkar. Daha önce hırsızlık, cinayet gibi suçlar işlemiş olan çete üyeleri birbirlerini öldürmekten çekinmez ler.
*American History X
1998, Suç/Dram, 119 dk.
Yönetmen: Tony Kaye
*A Time to Kill
1996, Suç/Dram/Gerilim, 149 dk.
Yonetmen: Joel Schumacher
*Bad Lieutenant
1992, Suç/Dram, 96 dk.
Yönetmen: Abel Ferrara
*Cape Fear
1991, Dram/Gerilim, 128 dk.
Yönetmen: Martim Scorsese
*Copycat
1995, Suç/Gizem/Gerilim, 123 dk.
Yönetmen: Jon Amiel
*Monster
2003, Biyografi/Suç/Dram, 109 dk.
Yönetmen: Patty Jenkins
*Natural Born Killers
1994, Suç/Dram/Romantik, 118 dk.
Yönetmen: Oliver Stone
* Mallarımız arttı,keyfimiz azaldı.
* Daha büyük evlerde ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz.
* Konforumuz arttı ama zamanımız daraldı.
* Para kazanmayı öğrendik ama yuva kurmayı beceremedik.
* Çok para harcıyoruz ama az gülüyoruz.
* Varlığımızı arttırdık ama değerimizi yitirdik.
* Az kitap okuyor, çok televizyon izliyoruz.
* Akşam geç yatıyor, sabah yorgun kalkıyoruz.
* Uzmanlıklar arttı ama sorunlar çoğaldı.
* İlaçlar çoğaldı fakat hastalıklar arttı.
* Çok konuşuyor ama az gönül verip bol yalan söylüyoruz.
* Tanıdıklar arttı ama dostlar eksildi.
* Acele etmeyi öğrendik ama sabırlı olmayı asla.
* Atomu parçaladık, ön yargılarımızı yıkamadık.
* Uzaya ulaştık ama kendi iç derinliklerimizden habersiziz.
* Aya kadar gidip dönmeyi biliyoruz ama komşumuza uğramak için üst kata çıkamıyoruz.
* Daha çok plan yapıyor ama daha az sonuç alıyoruz.
HAYATA YILLAR EKLEMİŞİZ AMA YILLARA HAYAT KATAMAMIŞIZ.
FARKINDA MIYIZ ?
____________________
Alıntı.
"Bu arada kendimle kalınca sakin ol diyorum ama ne zamana kadar.
Bu kaçıncı gecedir kendi kendime onunla konuşuyorum. Geçmiş acılı günlerin tartışmasını yapıyorum. Anlatıyor ve bütün yanlış anlaşılmaları, haksızlıkları düzeltiyorum. Onları yeni baştan yaşanacak bir zamanın önüne getiriyorum. Konuşuyorum onunla. Boş zamanlarımda da değil. Günlük çalışmalar sırasında ama gören olmuyor bu yaptığımı. Dış görünüşüm ele vermiyor beni.
Kısa ya da uzun yürüyüşlerde oluyor nedense daha çok. Bir dalgınlığa koyulma gibi başlıyor. Arkadaşlarımı bilmiyorum ama yürüyüşler çok verimli benim için. Hem dışarda görünüyorsun hem içeriye kaybolabiliyorsun. Ayak seslerinin biraz arkasında az bir gayretle bir benzemeden dolayı başka bir ses duyulmaya başlıyor. Adi adıma geçilince bir çözülme, ayak seslerinin birbirine ve oraya buraya çarpması, bir dağınıklık başlıyor. Ama biraz dikkat edilince o dip sesin kaybolmadığını, görünüşte sadece beraberliğin bir parça dağıldığını, zira işin içine sesin sahiplerinin mizaçlarının karıştığını, bir nevi cezbenin başladığını görüyorum. Kendime dair düşüncelerim kayboluyor. Ve bu mizaçların sahiplerine, yüzlerine bakıyorum. Tanıyorum bu insanları. Ve görüyorum ki seslerine sahip çıkıyor değiller. Ve bilmiyorlar. (.....) Ve daha bir çok günlük olay ve eşyanın hemen arkasında kullanmakta olduğum zamana en yakın bir içimde beraberliklerimizi düşünüyorum. Haşa, "marifet" bu olsaydı derecemle övünürdüm. -Bir gün biri çıkar, insanları ölçmek için meslekleri ne olursa olsun aşık olup olmadıklarını sorarsa, anlamaya muvaffak edildiği bir ince güzelliğin hakkını kullanıyor demektir.
Elimizdeki bütün işleri bırakıp, evlerde, parklarda, yollarda öbek öbek toplanıp ve dağ başlarında bir araya gelerek omuz omuza yaslanarak düşünelim.
Hiç aşık olduk mu?
Neye aşık olduk?
Onu nasıl karşıladık?
Onun ilk niyetiyle donduk kaldık mı yoksa ilk nimet gözlerimizi onun gizlediği daha büyük bir nimete mi açtı.
Ve ikincisi üçüncüsüne
ve böylece
gide gide
gerçek marifetle gelebildik mi içiçe.
Oysa ben neler düşünüyorum. Diyorum ki gururumun bu kadar incinmesine dayanmamalıydım. İşte başıma gelen. Daha başlangıçta takılıp kalmışım bile. Böyle olacağına, insan, arkasının gelmeyeceğini bile bile, bir kaç zavallı lirasını ihtiyacı olanlarla bölüşebildiğini düşünüp böbürlensin daha iyi.
Niye yazıyorum ki bunları.
İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım. Açıp gösterelim. Yine de anlatıyoruz ama. Bizi fark edince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım.
Gelecektim. Ama daha bir kötü hatıram olsun istemedim. Ona böyle yazdım. Merhametle bakarak gülümsedim. Görünüşü acımayı da zorlaştırıyor insana.
Nereye varacağı belli olmayan kendi sağlığım taşınmaz bir yük oluyor. Hayret o da gülümsüyor. Yine demiyorum. Bakıyor. Fakat bu defa sanki o değil.
Peki ben kimim?!" (Yaşamak, 120) Cahit Zarifoğlu
Bu kaçıncı gecedir kendi kendime onunla konuşuyorum. Geçmiş acılı günlerin tartışmasını yapıyorum. Anlatıyor ve bütün yanlış anlaşılmaları, haksızlıkları düzeltiyorum. Onları yeni baştan yaşanacak bir zamanın önüne getiriyorum. Konuşuyorum onunla. Boş zamanlarımda da değil. Günlük çalışmalar sırasında ama gören olmuyor bu yaptığımı. Dış görünüşüm ele vermiyor beni.
Kısa ya da uzun yürüyüşlerde oluyor nedense daha çok. Bir dalgınlığa koyulma gibi başlıyor. Arkadaşlarımı bilmiyorum ama yürüyüşler çok verimli benim için. Hem dışarda görünüyorsun hem içeriye kaybolabiliyorsun. Ayak seslerinin biraz arkasında az bir gayretle bir benzemeden dolayı başka bir ses duyulmaya başlıyor. Adi adıma geçilince bir çözülme, ayak seslerinin birbirine ve oraya buraya çarpması, bir dağınıklık başlıyor. Ama biraz dikkat edilince o dip sesin kaybolmadığını, görünüşte sadece beraberliğin bir parça dağıldığını, zira işin içine sesin sahiplerinin mizaçlarının karıştığını, bir nevi cezbenin başladığını görüyorum. Kendime dair düşüncelerim kayboluyor. Ve bu mizaçların sahiplerine, yüzlerine bakıyorum. Tanıyorum bu insanları. Ve görüyorum ki seslerine sahip çıkıyor değiller. Ve bilmiyorlar. (.....) Ve daha bir çok günlük olay ve eşyanın hemen arkasında kullanmakta olduğum zamana en yakın bir içimde beraberliklerimizi düşünüyorum. Haşa, "marifet" bu olsaydı derecemle övünürdüm. -Bir gün biri çıkar, insanları ölçmek için meslekleri ne olursa olsun aşık olup olmadıklarını sorarsa, anlamaya muvaffak edildiği bir ince güzelliğin hakkını kullanıyor demektir.
Elimizdeki bütün işleri bırakıp, evlerde, parklarda, yollarda öbek öbek toplanıp ve dağ başlarında bir araya gelerek omuz omuza yaslanarak düşünelim.
Hiç aşık olduk mu?
Neye aşık olduk?
Onu nasıl karşıladık?
Onun ilk niyetiyle donduk kaldık mı yoksa ilk nimet gözlerimizi onun gizlediği daha büyük bir nimete mi açtı.
Ve ikincisi üçüncüsüne
ve böylece
gide gide
gerçek marifetle gelebildik mi içiçe.
Oysa ben neler düşünüyorum. Diyorum ki gururumun bu kadar incinmesine dayanmamalıydım. İşte başıma gelen. Daha başlangıçta takılıp kalmışım bile. Böyle olacağına, insan, arkasının gelmeyeceğini bile bile, bir kaç zavallı lirasını ihtiyacı olanlarla bölüşebildiğini düşünüp böbürlensin daha iyi.
Niye yazıyorum ki bunları.
İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım. Açıp gösterelim. Yine de anlatıyoruz ama. Bizi fark edince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım.
Gelecektim. Ama daha bir kötü hatıram olsun istemedim. Ona böyle yazdım. Merhametle bakarak gülümsedim. Görünüşü acımayı da zorlaştırıyor insana.
Nereye varacağı belli olmayan kendi sağlığım taşınmaz bir yük oluyor. Hayret o da gülümsüyor. Yine demiyorum. Bakıyor. Fakat bu defa sanki o değil.
Peki ben kimim?!" (Yaşamak, 120) Cahit Zarifoğlu
resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim,
resulullah yolda ebu bekir'i görse 'es selamu aleyküm ya sıddık' derdi,
ben yolda ebu bekir'i görsem tanımam.
resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.
resulullah azrail'i yolda görse tanırdı;
ben azrail'i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.
resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey allah'ın resulü; fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?
resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki 'kızım ha gayret!';
ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki 'anneciğim ölmesen...'
ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki 'anneciğim seni ben...';
annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz
resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.
ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının
anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf...
resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.
annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!
olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
nasıl olsa resulullah da ölü annem de ölü.
Resulullahla Benim Aramdaki Farklar - Ah Muhsin Ünlü
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Birçok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajında akşamüstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
..
//Cemal Süreya
18 Eylül 2014 Perşembe
14 Eylül 2014 Pazar
Majör Depresif Bozukluk
Depresyon, çökkün duygu durumudur. Çökkün duygu durumu ve kişinin daha önce ilgilendiği etkinliklerden ilgisini çekmesi, artık zevk alam...aması, depresyonun önemli belirtileridir. Depresyondaki bir kişi ümidini kaybetmiştir; kendisini ve içinde bulunduğu çevreyi bomboş, anlamsız, zevksiz, değersiz hissedebilmektedir. Bu durum ruhsal bir acı gibi tanımlanabilir. Kişiler artık ağlayamadıklarından yakınmaktadırlar. Enerji kaybı, okul ve işte başarısızlıklar, sorumlulukları yerine getirememe, yeni işlere girişmekte isteksizlik, uykusuzluk, sabah erkenden uyanma, gece uykunun bölünmesi ve sorunları akıldan çıkartamama, cinsel alışkanlıklarda değişiklikler ve iştah değişiklikleri sıklıkla görülür. Bazen kişiler yaşamı ve kendilerini değersiz hissedebilirler, ölümü, kendilerine zarar vermeyi düşünebilirler. Bu da depresyonun ve çökkün duygu durumunun bir belirtisidir.Depresyon tedavi edilebilen bir durumdur. Tedavi sonrasında kişiler bu duygu ve düşüncelerinde düzelmeyi yaşamaktadırlar.
"Sen bakma bu kadar hüzünlü şeyler yazdığıma. Ben çok gülerim! Ve gülerken hiç kimse anlamaz yalan olduğunu..." *
Genel bir yanılgıdır.
Çok gülen insanları mutlu sanırız...
Değildirler!
Sadece öyle görünürler....
Ve öyle görünmek için gülmezler aslında. Bu onların yaşam biçimidir.
"Hayatı gözyaşlarıyla ödüllendireceğine, gülüşleriyle cezalandırırlar." ** Hayatın acılarına karşı bir tür savunmadır bu. Çünkü acılar hiç bitmez, arkası hep gelir. Ve yorulur insan acı çekmekten!
Hayattan, sevmekten yorulur...
Kaybetmekten, tutunamamaktan, geç kalmaktan yorulur. Kendini anlatamamaktan...
Hani şair der ya; "Varlığın, yokluğundan tenha" diye; İşte o tenhalıkta yorulur bazen de. Tek başınalıktan, beklemekten, özlemekten yorulur. Sesini duyuramamaktan...
Hoyrat bir aldırmazlığın,umursamazlığın zamana yayılan acımasızlığı yorar insanı. Yoruldukça da canı yanar. Ve gülümseyerek ağlamayı öğrenir sonunda. Yaralarını saklamayı...
Gülüşünün gölgesine sığınır.
Ve mutlu sanır insanlar, o güldükçe.
Öyle göründüğünü bilmeden...
[Cemal Süreya / Gülerek Ağlamak (Paul Auster) ]
Gezegenimizi çocuklarımıza zehir ediyor büyükler! Hayallerini ve rüyalarını kirletiyor savaş severler. Onlara iyi yaşam sunma sorumluluğu taşımayan her kim varsa, insanlık suçu işliyor. Artık mutlu birşey yaşadığımızda, coşku hissimizi gösterdiğimiz bir durumda, eğlenmek istediğimizde, yemek yediğimizde, acı çeken ve aç olan tüm diğerleri için suçluluk duymaya başlamadık mı, ne dersiniz? Doğarken ve ölürken eşitiz. Öyleyse yaşam hakkı ve nasıl yaşayacağımız sadece kendimizin tasarrufundadır. Insanın insana eziyetine göz yummamak hepimizin sorumlu olduğu bir insan olma kriteridir. Barışın, en çok çocuklarımız ve tüm insanlık için bir an önce hayata geçmesi gerekiyor
Ruşen Nur Arıkan
Yaşamınızın kontrolü sizde değil!
Öyle olduğunu düşünebilirsiniz ama yanılıyorsunuz. Elbette ki kendi kararlarınızı kendiniz vermekte özgürsünüz.
Bu kitabı kapa...tabilirsiniz.
O sandalyede oturmaya devam edebilirsiniz. Ya da gözlerinizi oymak gibi çılgınca bir şey yapabilirsiniz.
Ama sorun şurada: Ne isteyeceğinizi kontrol edemezsiniz. Her davranışınızı önceden belirleyen arzularınız ruhunuzun o kadar derinlerine işlemiştir ki, onlara dikkat bile etmezsiniz.
Ve bu da sizi mükemmel köle yapar.
Bu nedenle, hayatınızı yaşamaya devam edin. Ne isterseniz yapın. Sadece 'isteklerinizin' tümüyle sizin kontrolünüzde olmadığı gerçeği üzerine kafanızı çok fazla yormamaya çalışın.
Adam Fawer, Empati
Mustafa Güzelgöz ve Eşeği
Ürgüp'te bir eşek heykeli olduğunu biliyor muydunuz?
Eşeğin heykeli mi olurmuş dediğinizi duyuyor gibiyim.
Eğer o eşek yıllarca köyle...re kitap taşımışsa neden olmasın?
Tabii asıl konu kütüphaneci Mustafa Güzelgöz'ün hikayesidir.
Yıl 1943.
Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok.
Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır:
“Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten…
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir.
Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası da olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır.
İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İare (Ödünç) Sandığı” yazar. Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar:
“Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.”
Köydeki çocuklar şaşırır.
Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var.
Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” der.
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir.
Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar.
Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor.
Zenith ve Singer’e mektup yazar:
“Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder. Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş. İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.
Eşekli Kütüphaneci / Fakir Baykurt
Bazı insanlar mutlu olmak için doğar. Ömrümün her günü kandırıldım. Duyduğum her söze inanırım. Hiçbir başarı elde edemedim. Hiç kimseye faydalı ya da kıymetli ...ya da mutlu, ya da gerçekten mutsuz bile olamadım. Sanırım bir şeyleri kaybettiğinde mutsuz oluyorsun ama kötü şans dışında hiçbir şeyim olmadı.
Köprüdeki Kız, 1999
Patrice Leconte
"Dostoyevski epilepsi hastası, homofobik ve iflah olmaz bir kumarbazdı. Oğuz Atay sevdiği kadına yakın olabilmek uğruna karısından boşanıp sevdiği kadının kocas...ıyla arkadaş oldu evlerine daha sık gidebilmek için. Salinger yaklaşık kırk yıl evinden dışarı adım atmadı, tek bir kare bile fotoğrafı çekilemedi. Yusuf Atılgan Türk Edebiyatının kilometre taşları sayılabilecek iki büyük eseri yazdıktan sonra (Anayurt Oteli ve Aylak Adam) insanlara küstü, bir köye yerleşip otuz yıla yakın neredeyse tek bir satır bile yazmadan çiftçilik yaptı. Althusser elli yıldır birlikte olduğu ve taparcasına sevdiği karısı Helen'i bir sabah yanıbaşında uyurken elleriyle boğdu, bu boktan hayata daha fazla katlanmasına seyirci kalmaması için. Stephan Zweig'de tıpkı Althusser gibi yaptı, tek farkla, o tabanca kullandı karısı ve kendisi için. İnsan ırkına duyduğu güvensizlik Walter Benjamin'i Fransa sınırında kendi kafasına sıkmaya zorladı. Hemingway yalancının tekiydi, Jean Genet gasptan tecavüze kadar bulaşmadık suç bırakmadı ve ömrünün yarısını hapiste geçirdi. Kierkegaard çok sevdiği nişanlısı Regine Olsen'i terk etti, çok sevdiği için. Ömrü boyunca hep acı çekti bu yüzden ama soranlara da yaptığının doğru olduğunu söyleyip durdu. O kadar çok seviyordu ki Regine'i ve o kadar nefret ediyordu ki kendisinden, evlenip onun kendisine 'maruz kalmasına' izin veremezdi!..
En sevdiğim yazarlardan bir kaçının kısa yaşam öykülerini anlatmaya çalıştım. Bir yerlerde bir terslik var ama nerede bilemiyorum.."
-Ali Lidar
kaynak:Nejat İşler sayfası (fb)
Barış Manço Fransa'da bir televizyon kanalının canlı yayınına konuktur... Küstah bir sunucu vardır ve Barış Manço ile dalga geçmektedir... Sürekli, " İşte Türk,... yani barbar, vahşi vs... " demektedir...
Barış Manço daha fazla dayanamaz ve sunucuya " yanınızda kâğıt para var mı? " diye sorar!Bu soruya sunucu şaşırır ve " evet var ama n'olacak " der... Barış Manço ısrar edince sunucu cebindeki kâğıt paraları çıkartır...
Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında "Anahtar" adlı şarkısını söylemiştir... Bu şarkının bir bölümü şöyledir: " Beş Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, beş Fatih-bir Mevlana, İki Mevlana-bir Sinan" (Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992). Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir...
Barış Manço sunucuya sorar: " Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim?
Sunucu: "General......." Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, sunucunun verdiği cevaplar hep aynıdır, "General.......", "Amiral...........", "Komutan............." Sunucunun bu "falanca General, falanca Amiral, falanca Komutan" cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır...
Sunucuya der ki:
* Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy'dur. Şairdir...
* Bu fotoğraftaki kişi Mevlana'dır. Düşünürdür...
* Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet'dir. Adaletin sembolüdür...
* Bu paradaki kişi ise Atatürk'tür. "Yurtta barış, dünyada barış" diyen kişidir...
Bizim paralarımız bunlar...
* Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına "şairlerimizin", "düşünürlerimizin","bilim adamalarımızın" fotoğraflarını bastık...
Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş Adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!" der...
Barış Manço'nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri Canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar, başka bir sunucu yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni sunucu Barış Manço'dan ve Türklerden özür diler, programa böylece devam edilir...
13 Eylül 2014 Cumartesi
Mahalle bakkalı aslında geniş bir kültürü ifade eden tarihsel bir mekândır. bu yerlere sıradan bir ticarethane gibi bakmak hata olur kanısındayım. zira tarihî b...ir misyonu vardır bakkalların. süpermarketlere, alışveriş merkezlerine yenik düşmemesi de bundandır.
Marketler ve kapitalizmin yeni icadı alışveriş mekânları bakkallara rakip yahut onlara alternatif yerler değildir. zira kulvarları farklıdır bakkalların. sözgelimi tek fonksiyonları alışveriş yapılan yer olması değildir. bakkal, mahallenin bütün haberlerinin alındığı yer demektir aynı zamanda. çevrede olup bitenlerin nabzı burada ayaküstü sohbetlerde tutulur. bir emlakçı gibidirler yeri geldiğinde. etrafta hangi ev kiralık, hangi ev satılık onlardan sorulur. "şu bizim ev kiralık" diye önce bakkala haber verilir mesela.
Bakkal çevredeki halkı tanıyan objektif bir gözdür. biraz daha eskilere gidince kızını verecek babanın damat adayını bakkaldan sorduğuna rastlamak zor olmayacaktır.
Bakkal ile müşteriler arasındaki bağ, sadece alan-satan ilişkisinden ibaret değildir. yani bakkal sadece müşteri olarak görmez alışverişe gelenleri. onlar birer tanıdık, ahbap, dost yahut komşudur. bu bakımdan yalnızca malını pazarlamak isteyen bir tüccar değildir bakkal. komşusuna, ahbabına malın iyisini vermek isteyen bir tanıdıktır. ticaret ahlakı devrededir yani. "satılan mal geri alınmaz" ya da "veresiye teklif etmeyiniz" gibi son dönemin moda yazıları yoktur bu kültürün içinde. maksat, "kimse mağdur olmasın" olunca ticaretin şekli de değişir işte.
Bakkallar sadece bir şeyler satan insanlar değildir bizim kültürümüzde. her zaman nakit sahibi olduğundan mahallelinin dara düştüğünde borç istediği yerdir bakkal. gün gelir kızını evlendirenlerin derdini dinler, gün gelir babası hasta olan kızı... kimileri çocuğun karnesindeki kırıklardan bahseder, kimileri işte terfi edişini bakkal ile paylaşır. her gün işe ya da okula giderken görülen odur çünkü. her sabah selam verip, selam alınan odur...
Hangi alışveriş merkezinin, marketler zincirinin sahibi gelip düğününüzde sevincinize ortak oldu? hangi hipermarketin sahibi cenazenizde üzüntünüzü paylaştı? ya da hangisini bir kez olsun gördünüz? hangisi hastanız olduğunda "geçmiş olsun" dedi. hangisi tebrik etti yeni işinizi yahut kazandığınız yeni okulu? hangisi ile bayramlaştınız bugüne kadar? hiç olmazsa bir "günaydın" dediler mi size? "babam akşama gelince parasını verecek" dediğinde çocuğunuzun kucağına iki ekmek verirler mi sizce? cevaplar olumsuz değil mi? onlar da sizden kazandıkları paralarla yaptıkları düğünlere davet etmiyorlar zaten sizi. sizin sayenizde aldıkları arabaları, evleri için bir güler yüz bile göremiyorsunuz onlardan.
Ahbabınız, dostunuz, komşunuz mahalle bakkalları köşe başında, evinizin karşısında, alt katınızda, yanı başınızda sizleri bekliyor. hayırlı alışverişler!
Kaynak: Ekşi Sözlük
Tek Kişilik Gazete (fb)
Bir Banka Soygunu Hikâyesi.
Çin’in Guangzhou kentinde bir banka soygunu… Soygunculardan biri bankadakilere bağırır: “Kımıldamayın! Para devletindir, ama hayatın...ız sizindir.”
Herkes sessizce yatar… Bunun adı “Zihin Değiştirme Kavramı”dır.
Alışılmış düşünce tarzını değiştirmek…
Bu arada müşterilerden bir kadın bir masanın üzerine yatmıştır. Ama bacaklar ortada… Soyguncu bağırır: “Edebini takın. Bu bir soygun, ırza geçme değil!”
Bunun adı “Profesyonellik”tir. İşin neyse onun üzerinde yoğunlaş!
Soyguncular paraları yüklenip eve kapağı atmışlar. Daha genç olanı (MBA derecelidir) daha yaşlı olanına (ki bu ise 6 yıl ilkokuldan sonra terk): “Abi, hadi şu paraları sayalım” der. Daha yaşlı olanı der ki: “Çok aptalsın be! Bu kadar para oturup sayılır mı? Bu akşam zaten TV haberlerinde kaç para çaldığımızı öğreniriz.”
Buna “Deneyim” derler! Günümüzde deneyim kağıt diplomalardan çok daha önemlidir.
Soyguncular bankadan kaçtıktan sonra şube müdürü, şube şefine hemen polisi aramasını söylemiş. Şef demiş ki: “Durun hele müdürüm. Alacaklarını aldılar. Biz de bir 10 milyon daha alıp daha önce iç ettiğimiz 70 milyon dolara ekleyelim, ne dersiniz?”
Buna “Dalgayı yakalamak” derler. Berbat bir durumu kendi lehine çevirmektir bu!
Müdür der ki: “Yahu, her ay bir soygun olsa harika olurdu. Ne eğlenirdik!”
Buna “Sıkıntılardan kurtulmak” derler. Kişisel mutluluk işinden çok daha önemlidir.
Akşam TV haberleri bankadan 100 milyon dolar çalındığını açıklamış!
Çaldıkları paranın çok daha az olduğunu bilen soyguncular oturup saymışlar parayı… Tekrar tekrar saymışlar. Bakmışlar hepi topu 20 milyon! Çok kızmışlar bu işe:
“Biz hayatımızı tehlikeye atıp 20 milyon çalabildik. Banka müdürü bir el hareketiyle 80 milyon götürdü. Galiba soyguncu olmak yerine doğru dürüst eğitim görmek daha iyiymiş!”
Bu “Bilgi altından daha değerlidir” demektir…
Banka müdürü çok mutludur. Özellikle bir süre önce borsada kaybettiklerini geri alabildiği için…
Buna “Fırsatları kullanmak” derler. Kazanmak için risk almak gerekir.
“-Peki, gerçek soyguncular kimler şimdi?”
Kültür-Sanat çevrelerinin gündeminde şair Nilgün Marmara’nın ölümü var. İntihar ettiği biliniyordu. Şair Lale Müldür arkadaşının öldürüldüğünü iddia etti. Dönem siyasetine uygun olarak da kayınpeder General’e dikkat çekti! Yani bu ölümde “Ergenekon-Balyoz parmağı” vardı! Peki, işin aslı ne? Gelin size bu ölümün buluşturduğu manik-depresif şair kadınların hikayesini yazayım…
Şair Ece Ayhan hasta yatağında 1999’da yazdığı ve henüz yayınlanmamış güncesinde, bir dönem aşk yaşadığı Nilgün Marmara için şunu yazdı:
“Muzip kadın Nilgün Marmara. Tezer (Özlü) ile birlikte bana muziplikler yapmaya bayılırdı. İkisi de aynı anda göğüslerini gösterirlerdi. Güzeldi…”
Nilgün Marmara; 13 Ekim 1987 tarihinde, beşinci kattaki evinin, yatak odası penceresinden atlayarak intihar etti.
29 yaşındaydı.
Manik-depresif idi.
Tıpkı 31 yaşında intihar eden manik-depresif şair Sylvia Plath gibi.
Nilgün Marmara’nın yaşam öyküsünü ve intiharını anlayabilmek için Sylvia Plath’ın yaşamını bilmek gerekir…
SIRÇA FANUS
Tarih 11 Şubat 1963…
Sylvia Plath, otobiyografik romanı “Sırça Fanus (The Bell Jar)’u bitirdikten bir ay sonra intihar etti.
Annesi kızının kitabını ABD’de yasaklattırmak için çok çaba harcadı ama başarılı olamadı.
Amerikalı anne ve Alman bir babanın kızıydı. Profesör babasını sekiz yaşında 1940’da kaybetti. Bu ölümle sonsuz bir depresyon sürecine girdi. Kendini yalnız bıraktığı için babasından nefret etti.
Asosyaldi. İntihara meyilliydi. Manik-depresif idi.
Başarısızlık karşısında hep intihara teşebbüs etti. Akıl hastanesinde yattı.
Sıkıntılarını yazıyla, şiirle gidermeye çalıştı.
Fullbright kursuyla gittiği Cambridge Üniversitesi hayatını biraz olsun değiştirdi. Şiirlerine aşık olduğu İngilizlerin önemli şairlerinden Ted Hughes ile tanışıp evlendi. Londra’ya taşındı.
Bu evlilikten iki çocukları oldu. Ama çocuklar Sylvia Plath’ın ruhsal sorunlarını gideremedi.
Kocasını sürekli yazan deyim yerindeyse “dizeler fabrikatörü” ve kendisini yazamayan/başarısız şair olarak görmesi hastalığını tetikledi. Dengesiz ruh hali yakasını hiç bırakmadı. Baba nefreti yerini koca kıskançlığına bıraktı. Son olarak eşinin şair Assia Wevill ile ilişkisini öğrenince yıkıldı. Çocuklarını alıp eşinden ayrıldı; Londra’da hayatına intiharla son vermiş şair William Butfer Yeats’ın evini kiraladı. Sylvia Plath, intihara tanık olan bu evin bir “işaret” olduğuna inanmaya başladı.
Ve bir gece…
Uyuyan çocuklarını seyretti. Başuçlarına kurabiyelerle dolu bir tabak ve süt koydu. Odalarının kapısını kapattı. İçeriye zehirli hava girmemesi için kapının kenarlarını bantladı. Mutfağa gitti, havagazı fırının içine kafasını soktu…
Tarihler 11 Şubat 1963’ü gösteriyordu…
(6 yıl sonra şair Assia Wevill da tıpkı Sylvia Plath gibi mutfak gazını açarak intihar etti. Tek farkı, Ted Hughes’dan olan dört yaşındaki kızı Shura’yı da yanında ölüme götürmesiydi!)
TEZ KONUSUYDU
Nilgün Marmara’nın Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyat Bölümü’ndeki tezi şuydu: “Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi”…
Sylvia Plath’ın yalnızlığa ve hayata bakışı Nilgün Marmara’yı çok etkiledi. Yazgısının aynı olduğunu düşündü. “Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım…”
Balkan göçmeni bir ailenin çocuğuydu. İstanbul Moda’lıydı.
Fikri ve Perihan çiftinin iki çocuğu vardı: Aylin ve Nilgün.
Schubert ninnileriyle, büyük kütüphanesi olan bir evde büyüdü.
Kadıköy Maarif Koleji’nin ele avuca sığmaz, özgür ve özgün kızıydı. Solcuydu.
12 Eylül 1980 darbesi olduğunda Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciydi. Üniversitenin “kırmızı salonu”ndaki dil, şiir, edebiyat tartışmaları bitmiş; artık gizli ev toplantıları dönemi başlamıştı. Bohem bir hayat yaşıyorlardı.
Şiir yazmaya başladı: ama dizelerini kimseye göstermedi.
Bu dönemde, II. Dünya Savaşı’nda Fransa’da Direniş Hareketi'nde görev alarak Provence bölgesinde 'Yüzbaşı Alexander' takma adıyla mücadele veren şair Rene Char’ın çevirisini yaptı.
1982’de Endüstri Mühendisi Kağan Önal ile evlendi.
Artık şairlerin yeni uğrak yeri Kızıltoprak’taki evleriydi. Ece Ayhan, Cemal Süreya, Edip Cansever, Tomris Uyar, İlhan Berk, Cezmi Ersöz, Orhan Alkaya, Küçük İskender gibi edebiyatçılar ev toplantılarında bir araya geldi.
Pazar günleri “but partisi” yaptılar; fırında tavuk budu yapmalarından dolayı partilerine bu ismi verdiler.
Nilgün Marmara bu günlerde şarkı söyledi, caz gırtlağı sesiyle. Cemal Süreya, Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald’ın “ele avuca sığmayan” karısı Zelda’ya benzetti onu. Adı “Çılgın Zelda” olarak kaldı.
Eşinin işi nedeniyle bir ara Libya’da yaşadı. Baskıcı bu ülke onu boğdu. Türkiye’de döndüler.
Fakat psikolojisi giderek kötüleşti. Başvurduğu psikiyatrlar okuma yazmaya ara vermesini istediler. Bir de ilaçlarını aksatmamasını söylediler.
Hiç dinlemedi. Yalnızlığa ve içkiye gömüldü.
Ve bir gün…
Eşi Kağan eve geldiğinde masanın üstünde ecza dolabından alınmış ilaçları gördü. Lavaboda da ilaçlar vardı. Yatak odasına girdiğinde hiç kullanmadıkları pencerenin arasına perdenin sıkışmış olduğunu fark etti.
Açtı.
Aşağıya baktı…
ERGENEKON PARMAĞI!
Aradan yıllar geçti.
Ve “perdeye” yine bir manik-depresif kadın şair çıktı: Lale Müldür.
“Nilgün Marmara’nın intihar ettiğini düşünmüyorum. Nilgün'ün camdan atıldığına inanıyorum. Kağan'ın general olan babasından şüpheleniyorum. Nilgün'ü pencereden atmak üzere bir askerin tutulduğunu düşünüyorum. Savcı yeniden olayı açmak istemiş ancak annesi korktuğu için olayın üstü o şekilde kapanmış."
Lale Müldür, Türkiye’nin gündeminden ve her taşın altında “Ergenekon” arayan yakın arkadaş çevresinden çok etkilenmişe benziyor. Nilgün Marmara olayında “Ergenekon parmağı” arıyor!
Kağan Önal tepkili: “Bu yazıyla ilgili dava açma hakkımız var ve o ihtimali de düşündük. Ama ben Lale Müldür'ün akli ve cezai ehliyeti olmadığını, bu yazının da ciddiye alınacak yanı olmadığını düşünüyorum. Lale, Nilgün'ün son birkaç ayında onunla hiç görüşmemişti bile.”
Nilgün Marmara, hayata kürdan kılıçla karşı durmaya çalışan bir şairdi; tıpkı Sylvia Plath gibi…
Onlar, “İntihar Kulübü”nün üyesiydiler…
EŞLERİYLE İNTİHAR EDENLER
Beni en çok etkileyen Stefan Zweig’ın intiharı.
Ancak, son yolculuğa gidiş şeklinden çok, tarihsel karakterler üzerine yazdığı biyografi ve denemelerdeki psikolojik çözümlemelerine hayran oluşumdan belki. Viyana’da varlıklı bir ailenin oğlu olarak 1881’de doğdu.
Hümanist bir savaş karşıtı olması nedeniyle Nazilerin baskısı sonucu 1938’de İngiltere’ye gitti. Bir yıl sonra ABD ve ardından Güney Afrika ve sonunda Brezilya’ya yerleşti.
Almanca konuşulan tüm ülkelerde eserleri toplanıp yakıldı; okunması yasaklandı.
Avrupa’nın içine düştüğü durum büyük düş kırıklığına neden olmuştu.
Bir gün…
Yerleştiği Brezilya Petropolis kentinde, Hitler’in Süveyş kanalına saldırdığı haberini gazeteden okuyunca apar topar evine döndü. Hitler’in artık dünyayı ele geçireceği karamsarlığına kapıldı.
Zaten birkaç gün önce bitirdiği “Satranç” adlı kitabında da Avrupa kültürünün faşizm altında nasıl yok olduğunu yazmıştı.
23 Şubat 1942’de...
Eve gidenler yatak odalarında karısı Lotte ile Stefan Zweıg’ı yerde buldular. Üzerinde çiçekli bir kombinezon bulunan Lotte, kahverengi gömlek ve pantolon giyip, kravat takmış kocasına sarılı haldeydi.
Uyku hapı alarak intihar etmişlerdi.
Masanın üzerinde yazdıkları son mektup vardı. “Artık güneşin doğmasını bekleyecek gücüm kalmadı ama siz yeni doğacak güneşi mutlaka bekleyiniz.”
Yaşamı kadar ölümüyle de bir misyon üstlenmişti.
Zweig 60, Lotte ise 33 yaşındaydı…
Karı koca intihar edenler sadece onlar değildi.
Edebiyatçı-filozof Andre Gorz, amansız bir hastalığa yakalanan eşi Dorine’yi yalnız bırakmamak için onunla birlikte ölüme gitti.
24 Eylül 2007 günü kapılarında bir not asılıydı: Jandarmaya haber verin!
Günlüğüne ise şöyle yazmıştı:
“Geceleri bazen, boş bir yolda ve ıssız bir manzarada bir cenaze arabasının ardından yürüyen bir adamın karaltısını görüyorum. O adam benim. Cenaze arabasının taşıdığı ise sen. Senin yakılma törenine katılmak istemiyorum. Elime içinde küllerin bulunduğu bir kavanoz vermelerini istemiyorum…”
DENEYSEL ÖLÜMÜN MİMARI: BEŞİR FUAD
Beşir Fuad denince aklıma nedense hep yalnızlık gelir. Onun sona gidişi de, çok kişi gibi beni çok etkiledi.
Osmanlı’nın ilklerindi:
Türk edebiyatının ilk denemecisi.
Gerçekçiliği ve doğalcılığı sistemli şekilde ele alan ilk edebiyatçı.
Kara çalmadan, küçük düşürmeden, özel hayata girmeden; yalanın ve adam kayırmanın karşısına dikilen, nesnel düşünceye, bilgiye dayanan ilk eleştirmeni.
İlk biyografi yazarı.
Materyalizme inanan ilk felsefeci.
Tüm bunlara rağmen hiçbir unvanı kabul etmedi: “Bana mutlak unvan vermek istiyorsanız, ‘Bilim Dostu’ deyiniz.”
Fransızca, İngilizce, Almanca bilen entelektüel.
Girit ayaklanmasını bastırmak için orduya gönüllü yazılan bir idealist.
Yaşamı kadar ölümü de sıradışı; deneysel ölümün ilk mimarı…
35 yaşında…
5 Şubat 1887’de bilek damarlarını kesip yaşadıklarını kaleme dökerek hayata veda etti.
“Ameliyatımı icra ettim, hiçbir ağrı duymadım. Kan aktıkça biraz sızlıyor. Kanım akarken baldızım aşağıya indi. ‘Yazı yazıyorum, kapıyı kapadım’ diyerek geri savdım. Bereket versin içeri girmedi. Bundan daha tatlı bir ölüm tasavvur edemiyorum. Kan aksın diye hiddetle kolumu kaldırdım. Baygınlık gelmeye başladı…”
Ne güzel yazdı Enis Batur:
“Bir zaman da böyle geçsin, pusula/ durmadan dönüp dursun: şimdi/
neredeyim? Yüksek düş'ün içinde/ sarsıntı, soğuk ter gırtlağımda/
bir güz mührü, neredeyim ki azalıyorum/ gecede yükseliyor simsiyah kanım.///
bir zaman da böyle geçti, pusula/ durmadan döndü ve durmadan durdu:/
şimdi buradayım: kağıtla kalem /arasında titrek, kararsız, bir sınır/
varsa beni benden ayıracak, tam da /kanın mürekkebe dönüp kuruduğu yerdeyim./
-Beşir Fuat, yanlış kardeşim benim.”
Vasiyeti vardı Beşir Fuad’ın:
“Cesedim, anatomi dersinde incelemeleri için Mekteb-i Tıbbiye öğrencilerine verilmelidir.”
Böylesine bir yazar, edebiyat tarihinde hep birkaç satırla geçiştirildi.
Bunun nedeni dinsizliği ve intihar etmesiydi.
Zaten muhafazakar edebiyat çevresi intihar etmesine dinsizliğinin sebep olduğunu düşündü! Örneğin bu nedenle Ahmet Mithad, Beşir Fuad’ı Müslümanlar için kullanılan “merhum” sözcüğüyle değil “müteveffa” diyerek andı sürekli.
O, resmi ideoloji için “materyalizm denilen felaket hastalığına yakalanmış zavallı çocuk”tu!
Aslında Beşir Fuad’a düşmanlık etmelerinin nedeni, tercümeci Tanzimat aydınına savaş açmasıydı. Bunun rahatsızlığını duyanlar, hayatta iken seslerini bile çıkaramayanlar, ölümü ardından onu yok etme çabasına girdi.
Neyse, Beşir Fuad hâlâ yok sayılıyor.
Buraya ekleme yapmalıyım:
İran edebiyatının tanınmış yazarlarından Sadık Hidayet’in intiharı da biraz Beşir Fuad’a benzer.
O da, İran monarşisine karşı çıkıp, yobaz dincilikle mücadele etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İran’ın karanlığa gömülmesi karamsarlığını artırdı. Kendini yalnız ve değersiz hissetti.
Hayatına son vermeye karar verdi.
Önce günlerce Paris’te havagazı olan bir daire aradı; bulup hemen yerleşti.
Ve 9 Nisan 1951 günü…
Her zaman ki gibi tertemiz giyindi. Saçlarını taradı. Kokusunu sürdü. Salondaki masasına geçip yazdıklarını kontrol etti. Sonra…
Son bir hikaye yazmaya başladı; yavrusuna ‘salgı salamayasın ” bedduası eden anne örümcekle ile, ağ yapamayıp ölen yavru örümceğin hikayesini .
Beğenmedi yazdıklarını, yarım bıraktı hikayesini.
Masadan kalktı, evin her tarafını kapattı.
Havagazı musluklarını açtı…
Sadık Hidayet son hikayesinde annesiyle ilişkisini mi yazıyordu acaba? İntiharında annesinin nasıl bir rolü vardı?
Beşir Fuad, yaşlandığında annesi gibi delirmekten mi korkup intihar etmişti?
İntihar edenin ardından binlerce soru çıkar ortaya.
Oysa:
Hiç kimse intihar etmek için iyi bir nedenden yoksun değildir.
Soner Yalçın
Odatv.com
Tanrı’yla aynı fikirde değilim
İntihar edenlerin
Cehenneme gideceği konusunda
Kainatın yaratılışına
Katılmaktan bıktığımda ruhum...
İntihar edeceğim bende
Denenmemiş bir yolla
Nerdeyse bütün akıllı kalpler
İntihar edip siktir çekmiş yeryüzüne
Ben ateist değilim, babasıymış gibi
Tanrı’ya küsen bir çocuğum
Eğer Tanrı intihar edenleri ve Nietzsche’yi
Cehenneme gönderirse
Cehennemde yanmayı tercih ederim ben de
Tanrı dürüstlüğü sever..
Tanrı’nın hayal gücünü beğenmiyorum
Ben Tanrı olsam
Peygamberler göndermez
Direk konuşurdum insanlarla
Ben Tanrı olsam
Hitler’i iyi kalpli bir Yahudi olmakla cezalandırırdım
Yahut yetenekli bir yazar yapardım onu
İçindeki kötülüğü insanlara değil
Tuvallere boşaltırdı
Ben Tanrı olsam
Devletler yok olur
Gül kokulu bireyler var olurdu sadece
Atlar çılgın zamanlar koşardı
Ben Tanrı olsam
Düşünce gücüyle herkesin
İstediği karakter olmasını sağlardım
Dünya bir şiirin
Yaratılım sürecine dönüşürdü böylece
Ben Tanrı olsam intihar ederdim
İnsanlarla birlikte
Acı çekmeyi öğrenemediğim için
Cesar Mendoza
Umutlar daha çok ıztıraba yöneltirdi insanı. Neden umut ederdik en fazla ne kaybedebilirdik ki? Hiç doğmamış olmak belki de en iyisiydi ne ile sınanıyorduk? Dün...yaya zevk uğruna tükürülmüştük belki de. En iyisi umursamamak ve kendi köşende ölümün sessizliğinde kaybolmak. Nasıl gözükebilirdim? Bir pislik gibi belki, ama nasıl gözüktüğüm benim için önemli değildi. Önemli olan her zaman düşüncelerdi, takım elbiselerin altına sığınmış acizlik yerine terkedilmiş çıkmaz sokaktaki bir berduş paltosunda ısınmaktı beni zenginleştiren. Takım elbiseli vahşiler… Dünyada ki takım elbiseli vahşiler her şeyi yok eden ve insanlığı sabote eden vahşiler. Ego, doyumsuzluk, kibir, politika, kıskançlık, para, güç, insanları ayıran bunlardı. İnsanlar ölüyordu. Ve sen her zaman ki gibi bir taraf seçmeliydin. Ya da köşene çekilir ve onların acizliklerini seyrederdin. Olaylarla nasıl baş edemediklerini, ve bok çuvalına dönüştürmelerini. Birisini öldürmeden önce nasihat eder misin? Sanırım akıllı isen konuşacaklarının boşa gideceğini bilirsin. Çünkü sözlerini duyduktan sonra cesede dönüşecektir.. İçlerinde olsan çırpınmaktan başka ne yapabilirdin. Birbirine bağlanan insanlar artık kendi zevklerine bağlanıp mahsur kalmışlardı. Saçlarından kara alevlerle yükselen ve parçalanarak yağan kül parçaları, tekrar kendi vücutlarına yapışıyor, siyahlaşıyor ve kendilerini köleleştiriyordu. Bütün güzel denebilecek şeyleri toprağa gömüyorlar ve kim bilir gömülenlerin tohumu tekrar ne zaman filizlenirdi? Belki de filizlenmezdi, bütün acıların son bulması için sonun gelmesi gerekirdi sanırım..
Ender Bahar
Ben bir Ayten'dir tutturmuşum
Oh ne iyi
Ayten'li içkiler içip
Sarhoş oluyorum ne güzel
Hoşuma gitmiyorsa rengi denizlerin ...
Biraz Ayten sürüyorum güzelleşiyor
Şarkılar söylüyorum Şiirler yazıyorum
Ayten üstüne
Saatim her zaman Ayten'e beş var
Ya da Ayten'i beş geçiyor
Ne yana baksam gördüğüm o
Gözümü yumsam aklımdan Ayten geçiyor
Bana sorarsanız mevsimlerden Aytendeyiz
Günlerden Aytenertesidir
Odur gün gün beni yaşatan
Onun kokusu sarmıştır sokakları
Onun gözleridir şafakta gördüğüm
Akşam kızıllığında onun dudakları
Başka kadını övmeyin yanımda gücenirim
Ayten'i övecekseniz ne ala, oturabilirsiniz
Bir kadehte sizinle içeriz Ayten'li İki laf ederiz
Onu siz de seversiniz benim gibi
Ama yağma yok
Ayten'i size bırakmam
Alın tek kat elbisemi size vereyim
Cebimde bir on liram var
Onu da alın gerekirse
Ben Ayten'i düşünürüm, üşümem
Üç kere adını tekrarlarım, karnım doyar
Parasızlık da bir şey mi
Ölüm bile kötü değil
Aytensizlik kadar
Ona uğramayan gemiler batsın
Ondan geçmeyen trenler devrilsin
Onu sevmeyen yürek taş kesilsin
Kapansın onu görmeyen gözler
Onu övmeyen diller kurusun
İki kere iki dört elde var Ayten
Bundan böyle dünyada
Aşkın adı Ayten olsun.
-Ümit Yaşar Oğuzcan/Milyon Kere Ayten
Cinayetleri durdurmak mı istiyoruz? Küçük kızları daha büyümeden evlendiren zihniyetten kurtulmak mı istiyoruz, bu ülkenin medeni bir seviyeye gelmesini mi istiyoruz?
Kadınla erkeği “barıştırmamız” gerekiyor o zaman…
Kadınları özgürleştirmemiz...
Erkeklerin kendine güvenini arttırmamız...
Bütün bunlar için de erkeğin “namusunu” kadından bağımsızlaştırmamız gerekiyor, bir erkek namuslu, onurlu, saygıdeğer olmak istiyorsa bunu kendi başına yapsın… İşinde, hayatında yapsın......
Yapabiliyorsa...
Her türlü sahtekarlığa, ahlaksızlığa bulaşıp, kadının bedeni üzerinden kendine “namus ve ahlak” devşirmesin.
Öyle değil mi?
Gururlarını, namuslarını, ahlaklarını, kimliklerini, kişiliklerini kendi varlıkları üzerine bina etsinler, kadının bedeni üzerine değil.
Sanem Altan
Bir biz varız güzel öbürleri hep çirkin.
Bir de bu terli karanlık.
Sonra bir şey daha var muhakkak ama adını bilmiyorum
Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşıl...aşıyorum
Yarı çıplak utanmaz bir kadın resmini aydınlatıyor
Akşam oluyor ya bir türlü inanamıyorum
Oturmuş iri yapılı adamlar esrar çekiyorlar
Daha bir aydınlık olsun diye içtikleri su
Sarı topraktan testileri güneşte pişiriyorlar
Bir korkuyorum yalnız kalmaktan bir korkuyorum
Gündüzleri delice çalışıyorum geceleri kadınlarla yatıyorum
Sonra birden büyümüş görüyorum ağaçları,
Kısrakları birden yavrulamış,
Havaları birden güneşli...
Kadınlarla yattığım yetse ya
Birde kadınlarla yattığıma inanmam gerekiyor;
Hoşlanmıyorum...
Turgut Uyar
Yer_Altından_Notlar (fb)
aynaya baktıklarında sadece kendini gören insanlardan korkun,
çünkü onlar,
hayatlarındaki hiç bir şeyi, hiçbir kimseyle paylaşamayacak kadar körleşmişlerdir,
çünkü onlar,
sadece ve sadece kendi mutlulukları için savaşır,
ve kendi kederleri için ağlarlar...
çünkü onlar sadece bedenen insandırlar...
çünkü onlar,
hayatlarındaki hiç bir şeyi, hiçbir kimseyle paylaşamayacak kadar körleşmişlerdir,
çünkü onlar,
sadece ve sadece kendi mutlulukları için savaşır,
ve kendi kederleri için ağlarlar...
çünkü onlar sadece bedenen insandırlar...
Mehmet Yıldız
Tabiatımızda vardır elimizden en iyi ne gelirse yapmak isteriz ve gücümüzü kanıtlamak adına ortaya koyarız bunu.
İyi bir öğrencinin dershane derecesini "alın iş...te alınnn"dercesine velisinin gözüne sokması gibi
Modeli hiçte önemli olmamakla beraber tamirciye 7.5lira vererek egzozu çıkarılan arabayı filimlerdeki beyaz atlı prensin atı endamında her yerde bağırttırarak sürmek gibi
Meziyetlerin işlemediği bir yemek masasında helede yanında bayan varsa sırf erkekliğe "..."sürdürmemek için fiyata bakmaksızın "ya hocam dur Allah aşkına ödetir miyim sana ben ,sen tanıyamamışsın beni hocammmm ,benn adama hesap ödeteceğim ha" (eve varınca cümleler biraz değişir tabi:))
İyi bir boksörün ortaya koyduğu en iyi yumruktan tutunda antremanda gizli gizli ronaldinho hareketleri çalışan futbolcuya kadar dert aynıdır "elimdekinin en iyisini ,en büyüğünü ortaya koymak"
Dedim ulan arkadaş sen ne koyacaksın ortaya derkennn kapadım gözlerimi şöyyyle derinlere daldım. O esnada gözümü kapamama rağmen gözümün aydınlıktan rahatsız olması ile beraber açtım ve tam karşımda güneşi gördüm
Şu dünyayı çoook daha küçük bir yıldız ısıtabilecekken aydınlatabilecekken ,dünyanın 1,300,000 katı olan GÜNEŞİ direksiz havada asılı şekilde ortaya koyan ALLAH bu oyunun restini çekmiş çoktan.
İstediğiniz kadar da düşünün bundan daha büyüğü yok
Bak inanmıyor
Vallahi yok:)))
Nejat İşler (fb) sayfalarının birinin admini
Bu yazıyı bir erkek olarak yazıyorum
Sadece anlamaya çalışıyorum.
Nüfusunun büyük çoğunluğunun müslüman olduğu bir ülkede dünyaya geldin
Erkek çocukları "siktir... lan versene topumu" derken
Sen "şştt ayıp açma bakayım eteğini" diye uyarıldın
Sınıfta bunaldığında biraz kaykılayım dedin
Karşı sırada eteklerinin altını nişan almış bir erkek bakışı görüp hemen oturuşunu düzelttin
Çıktığın çocukla olay cinselliğe geldiğinde "acaba zevkli olacak mı?"
Sorusundan çok "acaba elalem ne der?" diye düşündün
İşte tam o sırada düğmelerini açmaya çalışan çocuk da "kızım uğraştırma ya nolur"
Diye düşünüyordu ve zevkten başka inan hiçbirşey düşünmüyordu
Sen topluma kitlendiğin sırada o senin kokunla sarhoş olmakla meşguldü
Senin gözünün önüne tanıdıklarının yüzleri gelirken
O biri bile görse vazgeçmeyecek kadar heyecanlıydı
Senin sonraki ilişkilerinde daha önce sevişip sevişmediğini merak eden
Ve belki de bu konuya giren erkekler oldu
Sağdan soldan dedikodu yapılmasından korktun
Birisinin sünneti bile davul zurna düğünlerle kutlanırken
Senin ilk adet görmen utanılacak pis birşey gibi kafana işlendi
Senin bir tek suçun vardı, kadın olmak
Bunu sana söylemeye utanıyorlar, cennet anaların ayağı altında diye zırvalıyorlar
Halbuki sana layık gördükleri sosyal ahlak bu anlattıklarım gibi
Senin halbuki en güzel halin, en özgür halin. Bunu öğrenemediler
Pardon, ben bir erkek olarak konuştum
Aslında söz senin ...
Okuyan bir kızla çık. Parasını kıyafet yerine kitaplara yatıran bir kızla çık. Kitapları yüzünden dolabına sığamaz o. Okuyacağı kitapların listesini yapan, 12 y...aşından beri kütüphane kartı olan bir kızla çık.
Okuyan bir kız bul. Okuyan bir kız olduğunu çantasında her zaman okuduğu bir kitap bulunmasından anlayabilirsin. Kitapçıda, sevgiyle raflara bakan ve aradığı kitabı bulduğunda sessizce çığlık atandır o. Sahafta, eski bir kitabın sayfalarını koklayan fıstığı gördün mü? İşte o okurdur. Hele sayfalar sararmışsa kesinlikle dayanamazlar.
Kahvecide beklerken okuyan kızdır o. Fincanını dikizlersen, sütsüz kremasının yüzdüğünü görürsün çünkü o çoktan dalmıştır kitaba. Yazarın yarattığı dünyada kaybolmuştur. Sen de bir sandalye çek yanına. Sana ters ters bakabilir çünkü okuyan kızların çoğu rahatsız edilmek istemezler. Ona kitabı sevip sevmediğini sor.
Ona yeni bir kahve ısmarla. Murakami hakkında ne düşündüğünü söyle. Kardeşliğin ilk bölümünü bitirip bitiremediğini öğren. Joyce’un Ulysses’ini anladığını söylüyorsa entelektüel görünmeye çalışıyor demektir. Alice’i seviyor mu yoksa Alice mi olmak istiyor, bunu sor.
Okuyan bir kızla çıkmak kolaydır. Doğum gününde, yılbaşında ve yıldönümlerinde ona kitap alabilirsin. Ona sözcükler hediye et, şiirlerden şarkılardan hediye sözcükler. Ona Neruda, Pound, Sexton, Cummings hediye et. Kelimelerin aşk olduğuna inandığını bilsin. Gerçekle kitaplardaki gerçeği ayırt edebilir ama yine de yaşamını biraz da olsa, en sevdiği kitaptakine benzetmeye çalışacaktır. Bunda senin suçun yok.
Bir biçimde, bunu deneyecektir. Ona yalan söyle. Sözdiziminden anlıyorsa, yalan söyleme ihtiyacını anlayacaktır. Sözcüklerin ardında başka şeyler var: niyet, değer, ayrıntılar, diyalog. Dünyanın sonu olmayacaktır.
Onu bırak. Çünkü okuyan bir kız çöküşlerin her zaman zirveyle biteceğini bilir. Çünkü her şeyin bir sonu olduğunu bilir. Hikayenin devamını her zaman yazabilirsin. Tekrar tekrar başlayabilir ve hala kahraman olarak kalabilirsin. Bu hayatta bir iki kötü adama yer vardır.
Olmadığın her şey için neden korkasın ki? Okuyan kızlar bilirler ki tıpkı karakterler gibi insanlar da gelişebilirler. Twilight serisi istisnadır.
Eğer okuyan bir kız bulursan, yanından ayırma/ayrılma. Gecenin bir yarısında, kitabı göğsüne yaslamış ağlarken bulabilirsin onu, bu durumda ona çay yap ve sarıl. Onu birkaç saatliğine kaybedebilirsin ancak her zaman sana dönecektir. Kitaptaki karakterler gerçekmiş gibi konuşacaktır, çünkü bir anlık da olsa, gerçektirler.
Ona bir sıcak hava balonunda ya da bir rock konserinde evlenme teklif et. Ya da bir dahaki hastalığında gelişigüzel bir şekilde. Skype üzerinden teklif et.
O kadar sıkı gülümseyeceksin ki neden hala kalbinin infilak etmemiş ve göğsünün kan içinde kalmamış olduğunu merak edeceksin. Yaşam öykünüzü yazacaksınız, garip isimli ve garip beğenileri olan çocuklarınız olacak. Çocuklarınıza Şapkalı Kediyi ve Aslan’ı aynı gün izletebilir. Yaşlılığınızın kışında birlikte yürüyeceksiniz ve sen botlarındaki karı temizlerken, o mırıldanarak Keats okuyacak ezberinden.
Okuyan bir kızla çık çünkü bunu hak ediyorsun. Hayal edilebilen en renkli hayatı sana verebilecek bir kıza layıksın. Eğer ona sadece monotonluk, kayıp saatler ve yarım yamalak öneriler verebileceksen, yalnız kalman daha hayırlı. Eğer dünyayı ve onun ardındaki dünyaları istiyorsan, okuyan bir kızla çık.
Ya da iyisi mi, yazan bir kızla çık sen.
Rosemarie Urquico
Türkçeleştiren: Onur Çalı
Bilgen Terapi Enstitüsü
Hepimiz hayatta mutlu olmak için evleniyoruz. Kim bir iş kurarken inşallah iflas ederim diye iş kurar ki... Evlilikte böyledir. Ama maalesef dünyada nerede ise ...her üç evlilikten birisi maalesef boşanma ile sonuçlanmaktadır. Bu orana mutsuz süren evlilikleri dahil etmiyorum. Ama kim ne derse desin boşanmalardan en fazla zarar görenler çocuklar olmaktadır. Boşanmış olan ailelerin çocuklarını, boşanmaktan daha fazla yıkan ise ne olmaktadır der iseniz...............
İster boşanmış olun, isterseniz tekrar evlenmiş olun, bir insana verebileceğimiz en büyük hediyenin değer duygusu olduğunu inanıyor ve bunu sık sık sizlerle paylaşıyorum. Çocuklara bu duyguyu, sözlerle hatta daha da önemlisi bu değer duygusunu tüm hücrelerine sindirmelerine yardım etmemiz gerekir. Ayrıca çocuklarınızı her zaman sevileceklerine ve en iyi şekilde bakılacaklarına inandırmak ve bu yönde davranmak gerekir. Çünkü onlar bu istenmedik durum ile yaşantılarının çok değişeceğine inanırlar. En önemlisi de evden ayrılan ebeveyne çok iş düşmektedir. Sık sık arayarak ve onunla görüşerek o değer duygusunun asla gitmediğini ve gitmeyeceğini onlara göstermesi gerekir. Unutmayın ki onların kendilerine verdikleri değer, sizlerin onlara vereceği değer kadar olacaktır. Sağlıcakla Kalın
Yadelden yanıma çağırdım seni
Gelmek istiyorsun bırakmıyorlar
Rüyada, mektupta albümde seni
Bulmak istiyorsun bırakmıyorlar...
Umutlar hayaldir acılar gerçek
Çileye mahkumsun, kim ne bilecek
Ya bir kuru selam, ya bir top çicek
Salmak istiyorsun, bırakmıyorlar.
Otuz yıl ağladın hep yana yana
Yeter, yazık diyen olmadı sana
Vefasız dostluğa kalleş zamana
Gülmek istiyorsun bırakmıyorlar
Çalış derler ayak, bağlı el bağlı
Konuş derler, dudak bağlı, dil bağlı
Kalk git derler, kapı bağlı, yol bağlı
Kalmak istiyorsun bırakmıyorlar
Aydınlık ararsın hergün her yere
Çekerler önüne yedi kat perde
Zulüm kimden gelir, adalet nerde?
Bilmek istiyorsun bırakmıyorlar
Yıllar boyu uykuların bölündü
Uçacakken kanatlarınyolundu
Hayat hakkın vardı elden alındı
Ölmek istiyorsun bırakmıyorlar
-Abdurrahim Karakoç
Şeytanın çalışma şekli farklı ve ilginçtir. Onu anlayıp çözmek ve ona uymamak büyük bir çaba, nefis kontrolünü gerektirir.
O yorulmaz; boş durmaz, sürekli çalış...andır. Onun vazifesi muhalefettir. Aklında her ne konu varsa içine ikilemleri sokar.
Kafanda doğruyu yapmak varken şüpheyi sokar ki sen tereddüt edip yanlışa yönelesin.Hatalı olsan yine şüphe girer; bu sefer daha da büyük hatalara yol açar.
Eddi Anter / Kabile romanından
Olric (fb)
Anneler ve kızları, hep birbirine benzer.. Her kız, içinde, yüreğinde annesinin izlerini taşır.. Onun özüyle mayalanmıştır ruhu, onun kokusu geçmiştir tenine, o...nun bakışları parlar gözlerinde, onun elleri can bulur kendi ellerinde..
Annesinden bilinçli olarak hiç bir şeyi öğrenmeye çaba göstermemiş bile olsa, yıllar sonra hiç tahmin etmediği bir anda, bir çiçeği vazoya yerleştirirken mesela, kendisinde annesini görür kız.. Ellerinin bir hareketinde, aynada farkettiği bir bakışında, vücudunun bir duruşunda annesini yansıtır..
İnkar etmeye çalışması ya da kabullenmesi pek bir şeyi değiştirmez, her kız, annesinin kızıdır..
Annesinden bilinçli olarak hiç bir şeyi öğrenmeye çaba göstermemiş bile olsa, yıllar sonra hiç tahmin etmediği bir anda, bir çiçeği vazoya yerleştirirken mesela, kendisinde annesini görür kız.. Ellerinin bir hareketinde, aynada farkettiği bir bakışında, vücudunun bir duruşunda annesini yansıtır..
İnkar etmeye çalışması ya da kabullenmesi pek bir şeyi değiştirmez, her kız, annesinin kızıdır..
Erkeğim ben her şeyi yaparım diyor. Evliliğe gelince utanmadan bekâreti sorguluyor. Kadınım ben sapasağlamım diyor. Evliliğe gelince utancından rezil oluyor. Ki...m suçlu? Bekârete önem verip, kendini kontrol edemeyen, adam müsveddeleri mi? Yoksa evliliğin simgesi haline getirip, sağda solda önemini sürekli vurgulayan, fakat kendisini korumayı başaramayan kadınlar mı? Ya da yeni çağa uyum sağlamamış, geri zihniyetler mi!?
Erkek ya da kadın fark etmez, yüreğinde namusu olmayanın, ömrünüzde yeri olmasın.
”Necdet DUMAN”
Yer_Altından_Notlar (fb)
"İnsan bugün kırıldığı bir söze aylar sonra üzülebilir miydi? Üzülebilirdi elbet çünkü bugün yaşadığın hüzünler de aylar öncesine aitti. Bu hesaba bakılırsa önümüzdeki birkaç sene için beni kıracak yeni insanlara ihtiyacım yoktu. Var olanlar gayet verimli çıkmıştı..."
Sen dalga mı geçiyorsun?
- Hem dokuz ay canıyla ceninini büyütecek,
- Ardından bilmem kaç kemik kırılmasına eş değer acıyla bebeğinizi dünyaya getirecek,
- Sonra her gün yemeğini yapacak,
- Bulaşığını yıkayacak,
- Çamaşırını ütüleyecek,
- Seninle oynaşacak,
- Yıllarca okul koridorlarında gel git yapacak,
- Sonra sen geçmiş karşıma, "Kadın - Erkek" eş değerde diyeceksin.
- Yok arkadaş yanlışın var. Kadın senden daha değerli.
Şimdi ben çalışıyorum diyeceksin. Cevapta vereceksin. Bende sana yeni nesilde ki bayanların, çoğunun çalıştığını hatırlatacağım.
Kadınına değer ver!
"Necdet DUMAN"
- Hem dokuz ay canıyla ceninini büyütecek,
- Ardından bilmem kaç kemik kırılmasına eş değer acıyla bebeğinizi dünyaya getirecek,
- Sonra her gün yemeğini yapacak,
- Bulaşığını yıkayacak,
- Çamaşırını ütüleyecek,
- Seninle oynaşacak,
- Yıllarca okul koridorlarında gel git yapacak,
- Sonra sen geçmiş karşıma, "Kadın - Erkek" eş değerde diyeceksin.
- Yok arkadaş yanlışın var. Kadın senden daha değerli.
Şimdi ben çalışıyorum diyeceksin. Cevapta vereceksin. Bende sana yeni nesilde ki bayanların, çoğunun çalıştığını hatırlatacağım.
Kadınına değer ver!
"Necdet DUMAN"
Kadının Adı Yok (fb)
Ve sırf cinsiyetimiz yüzünden; horlanıyor, dövülüyor ve öldürülüyorduk. Katillerimizi doğurup, onları seviyorduk. Ve onlar bizim ellerimizde tekrar doğacaklar ve tekrar 'insanlaşacaklar'
Aret Vartanyan
Herkes evlenmek zorunda değil, zengin ya da ünlü veya memur, müdür olmak zorunda da değil. Aslında hiçbir şey olmak zorunda değilsin. Ancak etrafındakiler, toplum sürekli sana ne olman gerektiğini söylemek zorunda hissediyor ki hiç susmuyor, sana akıl vermekten hiç geri durmuyorlar. Sen inandığını, içinden geleni yap. Biliyorum kolay değil, baskıya eleştirilere dedikoduya dik durabilmek ama unutma ki sen, sen gibi, olduğun gibi çok değerlisin. Sana akıl verenler de belki kendi yapamadıklarını yapmandan, yaşayamadıklarını yaşamandan korkuyorlardır.
6 Eylül 2014 Cumartesi
Mahalle bakkalı aslında geniş bir kültürü ifade eden tarihsel bir mekândır. bu yerlere sıradan bir ticarethane gibi bakmak hata olur kanısındayım. zira tarihî bir misyonu vardır bakkalların. süpermarketlere, alışveriş merkezlerine yenik düşmemesi de bundandır.
Marketler ve kapitalizmin yeni icadı alışveriş mekânları bakkallara rakip yahut onlara alternatif yerler değildir. zira kulvarları farklıdır bakkalların. sözgelimi tek fonksiyonları alışveriş yapılan yer olması değildir. bakkal, mahallenin bütün haberlerinin alındığı yer demektir aynı zamanda. çevrede olup bitenlerin nabzı burada ayaküstü sohbetlerde tutulur. bir emlakçı gibidirler yeri geldiğinde. etrafta hangi ev kiralık, hangi ev satılık onlardan sorulur. "şu bizim ev kiralık" diye önce bakkala haber verilir mesela.
Bakkal çevredeki halkı tanıyan objektif bir gözdür. biraz daha eskilere gidince kızını verecek babanın damat adayını bakkaldan sorduğuna rastlamak zor olmayacaktır.
Bakkal ile müşteriler arasındaki bağ, sadece alan-satan ilişkisinden ibaret değildir. yani bakkal sadece müşteri olarak görmez alışverişe gelenleri. onlar birer tanıdık, ahbap, dost yahut komşudur. bu bakımdan yalnızca malını pazarlamak isteyen bir tüccar değildir bakkal. komşusuna, ahbabına malın iyisini vermek isteyen bir tanıdıktır. ticaret ahlakı devrededir yani. "satılan mal geri alınmaz" ya da "veresiye teklif etmeyiniz" gibi son dönemin moda yazıları yoktur bu kültürün içinde. maksat, "kimse mağdur olmasın" olunca ticaretin şekli de değişir işte.
Bakkallar sadece bir şeyler satan insanlar değildir bizim kültürümüzde. her zaman nakit sahibi olduğundan mahallelinin dara düştüğünde borç istediği yerdir bakkal. gün gelir kızını evlendirenlerin derdini dinler, gün gelir babası hasta olan kızı... kimileri çocuğun karnesindeki kırıklardan bahseder, kimileri işte terfi edişini bakkal ile paylaşır. her gün işe ya da okula giderken görülen odur çünkü. her sabah selam verip, selam alınan odur...
Hangi alışveriş merkezinin, marketler zincirinin sahibi gelip düğününüzde sevincinize ortak oldu? hangi hipermarketin sahibi cenazenizde üzüntünüzü paylaştı? ya da hangisini bir kez olsun gördünüz? hangisi hastanız olduğunda "geçmiş olsun" dedi. hangisi tebrik etti yeni işinizi yahut kazandığınız yeni okulu? hangisi ile bayramlaştınız bugüne kadar? hiç olmazsa bir "günaydın" dediler mi size? "babam akşama gelince parasını verecek" dediğinde çocuğunuzun kucağına iki ekmek verirler mi sizce? cevaplar olumsuz değil mi? onlar da sizden kazandıkları paralarla yaptıkları düğünlere davet etmiyorlar zaten sizi. sizin sayenizde aldıkları arabaları, evleri için bir güler yüz bile göremiyorsunuz onlardan.
Ahbabınız, dostunuz, komşunuz mahalle bakkalları köşe başında, evinizin karşısında, alt katınızda, yanı başınızda sizleri bekliyor. hayırlı alışverişler!
Kaynak: Ekşi Sözlük
Okuyan bir kızla çık. Parasını kıyafet yerine kitaplara yatıran bir kızla çık. Kitapları yüzünden dolabına sığamaz o. Okuyacağı kitapların listesini yapan, 12 yaşından beri kütüphane kartı olan bir kızla çık.
Okuyan bir kız bul. Okuyan bir kız olduğunu çantasında her zaman okuduğu bir kitap bulunmasından anlayabilirsin. Kitapçıda, sevgiyle raflara bakan ve aradığı kitabı bulduğunda sessizce çığlık atandır o. Sahafta, eski bir kitabın sayfalarını koklayan fıstığı gördün mü? İşte o okurdur. Hele sayfalar sararmışsa kesinlikle dayanamazlar.
Kahvecide beklerken okuyan kızdır o. Fincanını dikizlersen, sütsüz kremasının yüzdüğünü görürsün çünkü o çoktan dalmıştır kitaba. Yazarın yarattığı dünyada kaybolmuştur. Sen de bir sandalye çek yanına. Sana ters ters bakabilir çünkü okuyan kızların çoğu rahatsız edilmek istemezler. Ona kitabı sevip sevmediğini sor.
Ona yeni bir kahve ısmarla. Murakami hakkında ne düşündüğünü söyle. Kardeşliğin ilk bölümünü bitirip bitiremediğini öğren. Joyce’un Ulysses’ini anladığını söylüyorsa entelektüel görünmeye çalışıyor demektir. Alice’i seviyor mu yoksa Alice mi olmak istiyor, bunu sor.
Okuyan bir kızla çıkmak kolaydır. Doğum gününde, yılbaşında ve yıldönümlerinde ona kitap alabilirsin. Ona sözcükler hediye et, şiirlerden şarkılardan hediye sözcükler. Ona Neruda, Pound, Sexton, Cummings hediye et. Kelimelerin aşk olduğuna inandığını bilsin. Gerçekle kitaplardaki gerçeği ayırt edebilir ama yine de yaşamını biraz da olsa, en sevdiği kitaptakine benzetmeye çalışacaktır. Bunda senin suçun yok.
Bir biçimde, bunu deneyecektir. Ona yalan söyle. Sözdiziminden anlıyorsa, yalan söyleme ihtiyacını anlayacaktır. Sözcüklerin ardında başka şeyler var: niyet, değer, ayrıntılar, diyalog. Dünyanın sonu olmayacaktır.
Onu bırak. Çünkü okuyan bir kız çöküşlerin her zaman zirveyle biteceğini bilir. Çünkü her şeyin bir sonu olduğunu bilir. Hikayenin devamını her zaman yazabilirsin. Tekrar tekrar başlayabilir ve hala kahraman olarak kalabilirsin. Bu hayatta bir iki kötü adama yer vardır.
Olmadığın her şey için neden korkasın ki? Okuyan kızlar bilirler ki tıpkı karakterler gibi insanlar da gelişebilirler. Twilight serisi istisnadır.
Eğer okuyan bir kız bulursan, yanından ayırma/ayrılma. Gecenin bir yarısında, kitabı göğsüne yaslamış ağlarken bulabilirsin onu, bu durumda ona çay yap ve sarıl. Onu birkaç saatliğine kaybedebilirsin ancak her zaman sana dönecektir. Kitaptaki karakterler gerçekmiş gibi konuşacaktır, çünkü bir anlık da olsa, gerçektirler.
Ona bir sıcak hava balonunda ya da bir rock konserinde evlenme teklif et. Ya da bir dahaki hastalığında gelişigüzel bir şekilde. Skype üzerinden teklif et.
O kadar sıkı gülümseyeceksin ki neden hala kalbinin infilak etmemiş ve göğsünün kan içinde kalmamış olduğunu merak edeceksin. Yaşam öykünüzü yazacaksınız, garip isimli ve garip beğenileri olan çocuklarınız olacak. Çocuklarınıza Şapkalı Kediyi ve Aslan’ı aynı gün izletebilir. Yaşlılığınızın kışında birlikte yürüyeceksiniz ve sen botlarındaki karı temizlerken, o mırıldanarak Keats okuyacak ezberinden.
Okuyan bir kızla çık çünkü bunu hak ediyorsun. Hayal edilebilen en renkli hayatı sana verebilecek bir kıza layıksın. Eğer ona sadece monotonluk, kayıp saatler ve yarım yamalak öneriler verebileceksen, yalnız kalman daha hayırlı. Eğer dünyayı ve onun ardındaki dünyaları istiyorsan, okuyan bir kızla çık.
Ya da iyisi mi, yazan bir kızla çık sen.
Rosemarie Urquico
Türkçeleştiren: Onur Çalı
Cinayetleri durdurmak mı istiyoruz? Küçük kızları daha büyümeden evlendiren zihniyetten kurtulmak mı istiyoruz, bu ülkenin medeni bir seviyeye gelmesini mi istiyoruz?
Kadınla erkeği “barıştırmamız” gerekiyor o zaman…
Kadınları özgürleştirmemiz...
Erkeklerin kendine güvenini arttırmamız...
Bütün bunlar için de erkeğin “namusunu” kadından bağımsızlaştırmamız gerekiyor, bir erkek namuslu, onurlu, saygıdeğer olmak istiyorsa bunu kendi başına yapsın… İşinde, hayatında yapsın...
Yapabiliyorsa...
Her türlü sahtekarlığa, ahlaksızlığa bulaşıp, kadının bedeni üzerinden kendine “namus ve ahlak” devşirmesin.
Öyle değil mi?
Gururlarını, namuslarını, ahlaklarını, kimliklerini, kişiliklerini kendi varlıkları üzerine bina etsinler, kadının bedeni üzerine değil.
Sanem Altan
Kadınla erkeği “barıştırmamız” gerekiyor o zaman…
Kadınları özgürleştirmemiz...
Erkeklerin kendine güvenini arttırmamız...
Bütün bunlar için de erkeğin “namusunu” kadından bağımsızlaştırmamız gerekiyor, bir erkek namuslu, onurlu, saygıdeğer olmak istiyorsa bunu kendi başına yapsın… İşinde, hayatında yapsın...
Yapabiliyorsa...
Her türlü sahtekarlığa, ahlaksızlığa bulaşıp, kadının bedeni üzerinden kendine “namus ve ahlak” devşirmesin.
Öyle değil mi?
Gururlarını, namuslarını, ahlaklarını, kimliklerini, kişiliklerini kendi varlıkları üzerine bina etsinler, kadının bedeni üzerine değil.
Sanem Altan
Kaydol:
Yorumlar (Atom)





