Çok uzun emekler verir ilişkisini yürütmek için.
Birinin kadını olmayı yüreği, beyni, ruhu o kadar zor kabul etmiştir ki, başka bir adama ait olmayı istemez.
Erkek gibi, çorbanın tuzu eksik diye kavga çıkarmaz mesela, tam tersi, konuşmamız lazım der.
Erkekler de en çok bu cümleye sinir olurlar. Ertelenir o konuşmalar, maç bitimine, yemek sonrasına ve daha birçok lüzumsuz şeyin ardına ötelenir.
Kadınlar inatçıdır, hayata tutundukları gibi, aşklarına da sahip çıkarlar.
Bu yüzdendir, konuşup derdini anlatma isteği, karşı tarafı ikna edene kadar uğraşırlar.
Sonunda pes eder adam, bir ışık görür kadın, tüm derdini paylaşır.
Genellikle ne cevap alır? Abuk sabuk konuşma!
Gereksiz ve saçma gelmiştir adama anlatılanlar, hiç de üstünde durmamıştır.
Yine bir sıkıntı, tatmin edilemeden geçiştirilir ve adam gün gelip bunların kendisine ok gibi döneceğini bilemez.
Bir kadın şikayet ediyorsa, ya da erkeklerin deyimi ile vıdı vıdı ediyorsa; erkek bilmelidir ki, o ilişkiden hala ümidi vardır kadının.
Yürütmek, birlikte yaşamak, sorunları çözerek mutlu olmak istiyordur.
Daha önemlisi, o adamı hala seviyordur.
Kadın susarak gider!
En önemli detaydır, erkeklerin hiç anlayamadığı durum işte bu kadar basittir.
O gün gelene kadar konuşan, kavga eden, tartışan kadın, kendini sessizliğe vermiştir.
Ne zaman ümidini o ilişkiden kestiyse, o zaman sevgisi de yara almış demektir.
Yüreğindeki bavulları toplamıştır, kafasındaki biletleri almış ve aslında bedeni orada durarak, ilişkiden çıkıp gitmiştir.
Kadın, gerçekten gitmişse, çok sessiz olmuştur ayrılışı, kimse hissetmeden, kapıları vurup kırmadan gitmiştir.
Her akşam eve geldiğinde, kapının açıldığını gören adam anlamaz ama bir kadın sessizce gider.
Ne mutfağında yemek pişiren, ne yan koltukta televizyon izleyen, ne gece ruhunu kenara koyarak yatakta sevişmeye çalışan kadın, artık o kadındır.
Bir kadının çığlıklarından, kavgalarından korkmamak gerekir, çünkü kadının gidişi sessiz ve asildir.
-Cemal Süreya / Kadınlar Susarak Gider
26 Mart 2013 Salı
24 Mart 2013 Pazar
İnsanlar sana hakaret ettiklerinde, onlara yanıt vermezsen bu da zorlarına gider. Sen sadece, "teşekkür ederim" diyerek yoluna devam edersin. Bunu hazmetmek zordur... Çünkü, o kişinin egosunu derinden incitir. O seni aşağı, çamurun içine çekmeye çalıştığı halde sen bunu reddettin; O, şimdi orda tek başına kalmış oldu...
Osho
Osho
“Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız. Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Birgün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir.”
İsmet ÖZEL - Waldo sen neden burada değilsin?
İsmet ÖZEL - Waldo sen neden burada değilsin?
“Varıp dayandığımız sonuç: En iyisi hiçbir şey yapmamaktır. Bir köşeye çekilip, seyirci kalmaktan iyisi var mı? Onun için yaşasın yeraltı! Ah, şimdi şuraya yazdıklarımın bir bölümüne bari inansam başka ne isterdim! Yemin ederim ki, beyler, şu çiziktirdiklerimin bir sözcüğüne bile inanmıyorum. Daha doğrusu belki inanıyorum, ama bir yandan da nedense her sözümün yalan olduğunu hissediyor, kuşkular içinde kıvranıyorum.”
Yeraltından Notlar, Dostoyevski
Yeraltından Notlar, Dostoyevski
İyi bir felsefi antoloji...
“İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemeli” der Goethe. Zarif ve zeki bir beyin için, midemizi besler gibi, beynimizi de güzel ve görkemli fikirlerle beslemeliyiz.
Her gün birkaç felsefi fragman okumak, insanın beynini spor salonuna götürmesine benzer. Mantık kaliteniz yükselir, bağımsız düşünme kapasiteniz artar, entelektüel estetik duygunuz gelişir. Her güne büyük düşünürlerden birkaç sözle başlamak, gündelik hayatın rutini içinde kaybettiğimiz anlamı ve derinliği görmemizi sağlar.
Milyonlarca üyesi olan Felsefe Kulübü’nün kurucusu olan Özgür, seçtiği sözlerle beyninizi özgürleştiriyor. Bu sözler, yayınlandıkları sitede aldıkları oya göre seçilmiş, reytingin çemberinden geçmiş düşünceler. Her sabah bir dilim düşünceyi aklınıza atmadan evden çıkmayın.
Mümin Sekman
Her Şey Seninle Başlar’ın yazarı
“İnsan her gün bir parça müzik dinlemeli, iyi bir şiir okumalı, güzel bir tablo görmeli ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemeli” der Goethe. Zarif ve zeki bir beyin için, midemizi besler gibi, beynimizi de güzel ve görkemli fikirlerle beslemeliyiz.
Her gün birkaç felsefi fragman okumak, insanın beynini spor salonuna götürmesine benzer. Mantık kaliteniz yükselir, bağımsız düşünme kapasiteniz artar, entelektüel estetik duygunuz gelişir. Her güne büyük düşünürlerden birkaç sözle başlamak, gündelik hayatın rutini içinde kaybettiğimiz anlamı ve derinliği görmemizi sağlar.
Milyonlarca üyesi olan Felsefe Kulübü’nün kurucusu olan Özgür, seçtiği sözlerle beyninizi özgürleştiriyor. Bu sözler, yayınlandıkları sitede aldıkları oya göre seçilmiş, reytingin çemberinden geçmiş düşünceler. Her sabah bir dilim düşünceyi aklınıza atmadan evden çıkmayın.
Mümin Sekman
Her Şey Seninle Başlar’ın yazarı
23 Mart 2013 Cumartesi
Eğer bir şeyden eminseniz, buna bir de başka bir açıdan bakmaya zorlayın kendinizi. Aptalca veya yanlış olduğunu düşünseniz bile, yapın bunu. Bir şey okurken yalnızca yazarın düşüncelerini dikkate almakla kalmayın, bu konuda kendinizin de ne düşündüğünü tartın. Kendi benliğinizin sesini bulmaya çalışmalısınız çocuklar. Ve buna başlamak için ne kadar çok beklerseniz, onu bulmanız o kadar güçleşir. Thoreau demiş ki: ‘İnsanların çoğu sessiz bir umutsuzluk içinde yaşamlarını sürerler.’ Neden buna boyun eğelim? Yeni yollar aramaktan asla kaçınmamalısınız.”
N.H. Kleinbaum, Ölü Ozanlar Derneği
N.H. Kleinbaum, Ölü Ozanlar Derneği
*Duygular ilk düşüncelerinizdir, saf düşünceniz. Duygu sözsüz düşüncedir. Hiçbir şey "söylemeden" çok şey söyler. Duygular, ruhun dilidir.
*Kelimeler, ikinci düşüncelerinizdir. Sözler, duygularınızı anlaşılır sesler çıkararak kavramlaştırma çabalarınızdır. Sözler, zihnin dilidir.
*Davranışlar (tutum), üçüncü düşüncelerinizdir. Davranışlar kavramsallaştırdığınız şeyleri fizikselleştirme çabalarınızdır. Davranışlar, bedenin dilidir.
*Kelimeler, ikinci düşüncelerinizdir. Sözler, duygularınızı anlaşılır sesler çıkararak kavramlaştırma çabalarınızdır. Sözler, zihnin dilidir.
*Davranışlar (tutum), üçüncü düşüncelerinizdir. Davranışlar kavramsallaştırdığınız şeyleri fizikselleştirme çabalarınızdır. Davranışlar, bedenin dilidir.
22 Mart 2013 Cuma
Hiçbir kadın para için evlenmez. Bütün kadınlar, bir milyonerle evlenmeden önce ona aşık olacak kadar kurnazdırlar.
Bir kadın, eğer budalaysa, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. Kimi zaman da başarır bu işi. Ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu bir yıkıntıya çevirir. Her zaman başarır bu işi.
Evlenmeye değer kadınlar bir erkeğin evlenecek kadar güvenemediği kadınlardır.
Aşk konusunda önemli olan, evinde, yatağında bir kadın olmasıdır. Bunun ötesinde her şey palavradır, palavranın dik alasıdır hem de.
Ancak kendisinden nefret ettirebilen adam kendisini sevdirebilir; aynı kadına.
Hayatta seni kendi erkeği sayacak bir kadından başka her şeye sahip olabilirsin.
Bizim istediğimiz, bir kadına sahip olmak değil, o kadına sahip olan tek erkek olmaktır.
Gençken bir kadının acısını duyarız; olgunlaşınca bütün kadınların.
Aşkın bir çıkara dayanmasını kim ahlaksızlık sayıyorsa, bütün kadınları rahat bıraksın daha iyi; çünkü bir kadının sırf aşk için kendini verdiği o pek ender durumların dışında, sizi seven kadın bile, kendisiyle yatmanıza izin verdiği zaman, az çok bir orospu gibi çaresizlik içinde, ya kibarlıktan ya da kişisel bir çıkar için yapıyordur bunu.
Kadın, zayıfa ödül olarak verir kendini; güçlüye de destek olarak.
Her zaman bir kadına sahip olmayan bir insan, hiçbir zaman da olamayacak demektir.
Nesneler ve insanlar bize verdikleri şeyler ölçüsünde değil, bize neye mal oluyorlarsa, o ölçüde bizimdirler, o ölçüde bizim için önem taşırlar. Bir kadını kendimize bağlı tutmak için hayatımızı ona adamamız değil, onu sömürmemiz gerekir.
Başkalarıyla olan bir kadın ya ciddidir ya da onlarla alay ediyordur. Ciddiyse, birlikte olduğu erkeğin kadınıdır. Buna kimse bir şey diyemez. Ciddi değilse, o zaman şırfıntının biridir; buna da kimse bir şey diyemez.
Bir kadın yüz kadının öğreteceğinden daha fazlasını öğretiyor insana.
Bir kadının aşkından değil, aşk -herhangi bir aşk- bizi olanca çıplaklığımız, mutsuzluğumuz, incinebilirliğimiz, hiçliğimiz içinde gösterdiği için de öldürür kendini insan.
Etkin hayat kadınsı bir erdemdir; düşünsel hayat ise erkeksi.
Kadınlar
Cesare Pavese
Bir kadın, eğer budalaysa, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. Kimi zaman da başarır bu işi. Ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu bir yıkıntıya çevirir. Her zaman başarır bu işi.
Evlenmeye değer kadınlar bir erkeğin evlenecek kadar güvenemediği kadınlardır.
Aşk konusunda önemli olan, evinde, yatağında bir kadın olmasıdır. Bunun ötesinde her şey palavradır, palavranın dik alasıdır hem de.
Ancak kendisinden nefret ettirebilen adam kendisini sevdirebilir; aynı kadına.
Hayatta seni kendi erkeği sayacak bir kadından başka her şeye sahip olabilirsin.
Bizim istediğimiz, bir kadına sahip olmak değil, o kadına sahip olan tek erkek olmaktır.
Gençken bir kadının acısını duyarız; olgunlaşınca bütün kadınların.
Aşkın bir çıkara dayanmasını kim ahlaksızlık sayıyorsa, bütün kadınları rahat bıraksın daha iyi; çünkü bir kadının sırf aşk için kendini verdiği o pek ender durumların dışında, sizi seven kadın bile, kendisiyle yatmanıza izin verdiği zaman, az çok bir orospu gibi çaresizlik içinde, ya kibarlıktan ya da kişisel bir çıkar için yapıyordur bunu.
Kadın, zayıfa ödül olarak verir kendini; güçlüye de destek olarak.
Her zaman bir kadına sahip olmayan bir insan, hiçbir zaman da olamayacak demektir.
Nesneler ve insanlar bize verdikleri şeyler ölçüsünde değil, bize neye mal oluyorlarsa, o ölçüde bizimdirler, o ölçüde bizim için önem taşırlar. Bir kadını kendimize bağlı tutmak için hayatımızı ona adamamız değil, onu sömürmemiz gerekir.
Başkalarıyla olan bir kadın ya ciddidir ya da onlarla alay ediyordur. Ciddiyse, birlikte olduğu erkeğin kadınıdır. Buna kimse bir şey diyemez. Ciddi değilse, o zaman şırfıntının biridir; buna da kimse bir şey diyemez.
Bir kadın yüz kadının öğreteceğinden daha fazlasını öğretiyor insana.
Bir kadının aşkından değil, aşk -herhangi bir aşk- bizi olanca çıplaklığımız, mutsuzluğumuz, incinebilirliğimiz, hiçliğimiz içinde gösterdiği için de öldürür kendini insan.
Etkin hayat kadınsı bir erdemdir; düşünsel hayat ise erkeksi.
Kadınlar
Cesare Pavese
*"Biz insanlar, sırlarımızı kendimize saklar, en yakınımızla bile paylaşmamayı prensip sayar, kendimizle övünürüz, ama zaman olur yeni tanıdığımız birine tüm sırlarımızı açmaktan hiç çekinmeyiz.."
Honore de Balzac - Vadideki Zambak
*Belkide en korkutucu şey özgür olmayanların köleliklerini benimsemeleri ve bu köleliğin normal ve doğal olduğuna inanmalarıdır.
Grace Llewellyn
*“Bu dünyada emin olduğum bir şey varsa, o da kimsenin başkasının yaşamına karışmaya hakkı olmadığıdır.”
—Gazap Üzümleri / John Steinbeck
*İnsanlar sıklıkla başkaları için bir şeyler yaptıklarını sanır. Ama aslında her şeyi kendileri için yapar.Herkes her şeyi daima kendisi için yapar.
Neale Donald WALSCH, Tanrı ile Sohbet
*Huzur denilen o şeyin her santimine ihtiyacım var bu aralar. Bana biraz bahar gerekiyor. Çok üşüdüm...
Maksim Gorki
*“Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız. Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Birgün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir.”
Maksim Gorki
*“Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız. Yaşıyor olmak, savaşıyor olmaktan başka bir şey değildir. Birgün son nefesimizi verdiğimizde bize yapılan ilk saldırıyı tamamen püskürtmüş oluruz. Savaş bitmiştir.”
İsmet ÖZEL - Waldo sen neden burada değilsin?
*“Sen aklıma gelince her şey gülümserdi.”
*“Sen aklıma gelince her şey gülümserdi.”
Sabahattin Ali - Kürk Mantolu Madonna
- Ben yıllarca müzisyen olmak istedim, en büyük hayalim şarkıcı olmaktı. Ama aynı zamanda bütün anlatı formlarını seviyorum. Edebiyatı da severim, sinemayı da. Zaten sinemayı sevmeyen de pek yok aslında. Sıradan insanların bile en iyi bildiği sanat sinema. Mesela iyi bir okur belki bin kitap okumuşken bazı insanlar hiç okumuyor. Ama edebiyattaki o çoraklık sinemada yok. Bir sinema eleştirmeni on bin tane film seyretmişse, bizim bakkal da sekiz bin tane seyretmiştir. Çocukluğumuzdan beri bizi çok etkileyen bir şey sinema. Çocukken cumartesi sabahları sinemaya gittiğimizi hatırlıyorum. Durur perdeye bakardık ve o perde açıldığı zaman alkışlamaya başlardık. Yani çok sevdiğim bir şeydi sinema hep ve yıllardır da yapmak istiyordum. Öyle birdenbire ünlü oldum, bir sürü albüm çıkardım, şimdi de sinema yapayım diye düşünmedim. Daha hiç müzik yapmazken bile ben yine uğraşıyordum bu işlerle. Herkesin aslında film çekmek gibi bir hayali vardır. Film çekmek istemeyen bir insan ben, en azından kendi çevremde, tanımadım.
Teoman
Teoman
'' Şayet ruhlara hükmetmek dillere hükmetmek kadar kolay olsaydı, bütün hükümdarlar güvenli bir şekilde hüküm sürerdi ve zalim güç diye bir şey olmazdı. Zira o zaman bütün insanlar hükümdarlarının fıtratına göre yaşar, neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü, neyin adil olduğunu neyin olmadığını sadece onların buyruklarına göre değerlendirirdi. Fakat... bir insanın ruhunun, başka bir insanın hakkına tamamen bağlı olması imkansız bir şeydir. Hiç kimse kendi doğal hakkını, yani her konuda özgürce akıl yürütme ve özgürce değerlendirme yetisini bir başkasına devredemez; dahası, hiç kimse bu bapta baskı altına alınamaz. İşte bu yüzden diyoruz ki, devlet ruhlara yöneldiğinde şiddet uygular.''
Spinoza
Spinoza
*Aramızdaki ilişkinin gerçek ya da imgesel olması hiç de önemli değildi. Gerçekten de ilk anda birbirimize karşı derin bir yakınlık duymuştuk. Yürekten yüreğe akan pek çok söyleşimiz olmuştu...
Bir Çift Yürek / Marlo MORGAN
*''Tek basına kaç cümleye bedeldi kelimeler. Eskiden harfler daha mı kıymetliydi? Bir mektup yeterdi, aylar suren ayrılıkların sessizliğini kapatmaya.Tek bir yemin yeterdi aradaki mesafeleri azaltmaya.Artık hiçbir şey o kıvamda değil...''
*''Tek basına kaç cümleye bedeldi kelimeler. Eskiden harfler daha mı kıymetliydi? Bir mektup yeterdi, aylar suren ayrılıkların sessizliğini kapatmaya.Tek bir yemin yeterdi aradaki mesafeleri azaltmaya.Artık hiçbir şey o kıvamda değil...''
-Elif Şafak / Firarperest, sf:11
"Biz küçükken çok büyüktük. Mesela kollarımızı bir açardık, dünyayı kucaklardık. Güzeldik biz küçükken. Kaşlarımızı almayı bilmezdik, makyaj çok büyüklerin işiydi sevmezdik. Arkadaşlarımızla beraber bir gece uyuyabilirsek eğer velinimetti …bizim için, lükstü, zenginlikti. Ailelerimiz en az beş kez arardı eve beş dakika geç kaldığımızda. Otobüsteyim bile diyemezdik, otobüsle bir yere gidemezdik. Otobüs lükstü, zenginlikti. Koşa koşa eve varana dek nefes almazdık ve nerdesin sen sorusunu duymadan cevabı verirdik.
Biz bir gülerdik küçükken, kalbimiz kahkahalar atardı. Biz küçükken öğretmenimiz en yakın arkadaşımızla sıralarımızı ayırmasın diye, teneffüse kadar konuşmazdık. Not yazardık birbirlerimize. Biz diyorum küçükken bizdik böyle bayağı bir kalabalıktık. Yani biz diyebileceğim kadar çok. Biz küçükken bir büyüktük ki böyle kollarımızı açsak sığmazdı eni boyu.
Sonra mı? Büyüdük. Kollarımızı açtığımızda bir kişiyi bile sığdıramayacak hale geldik. Küçülene kadar büyüdük, çok büyüdük yani. Biz olamadık bir daha. Sen, ben olduk. Büyüklük lüks değildi, zenginlik değildi. Koşa koşa büyüdük. Büyürken ne de çok küçüldük.
Nâzım Hikmet Ran
Biz bir gülerdik küçükken, kalbimiz kahkahalar atardı. Biz küçükken öğretmenimiz en yakın arkadaşımızla sıralarımızı ayırmasın diye, teneffüse kadar konuşmazdık. Not yazardık birbirlerimize. Biz diyorum küçükken bizdik böyle bayağı bir kalabalıktık. Yani biz diyebileceğim kadar çok. Biz küçükken bir büyüktük ki böyle kollarımızı açsak sığmazdı eni boyu.
Sonra mı? Büyüdük. Kollarımızı açtığımızda bir kişiyi bile sığdıramayacak hale geldik. Küçülene kadar büyüdük, çok büyüdük yani. Biz olamadık bir daha. Sen, ben olduk. Büyüklük lüks değildi, zenginlik değildi. Koşa koşa büyüdük. Büyürken ne de çok küçüldük.
Nâzım Hikmet Ran
*“Hiçbir yere ait olmayanları iyi tanırım. Her yere aitmiş gibi davranırlar.”
Hakan Günday - Kinyas ve Kayra
*“Duygularım anestezi altında. Her şeyi görüyorum, her şeyi işitiyorum, ama artık hiçbir şey hissetmiyorum.”
-Amin Maalouf / Doğu'dan Uzakta
*''Boş boş konuşmaktan, sürekli sorunlarımızdan sözetmekten, insanların dedikodusunu yapmaktan sıkılıyorum. Hayatın anlamı , varlığımız, sonsuzluk üzerine konuşacak kimseyi bulamıyorum. Bu yüzden topluluklara karışmaktan kaçınıyorum. Çağırıldığım birçok yere gitmek istemememin sebebi bu.''
-Mustafa Ulusoy / Giderken Bana Bir Şeyler Söyle (sf.86)
*''Kadınlar ağladığında onların sadece üzgün olduğunu düşünürsün. Oysa gözyaşı nefretin simgesidir.''
Nicki Minaj
Hakan Günday - Kinyas ve Kayra
*“Duygularım anestezi altında. Her şeyi görüyorum, her şeyi işitiyorum, ama artık hiçbir şey hissetmiyorum.”
-Amin Maalouf / Doğu'dan Uzakta
*''Boş boş konuşmaktan, sürekli sorunlarımızdan sözetmekten, insanların dedikodusunu yapmaktan sıkılıyorum. Hayatın anlamı , varlığımız, sonsuzluk üzerine konuşacak kimseyi bulamıyorum. Bu yüzden topluluklara karışmaktan kaçınıyorum. Çağırıldığım birçok yere gitmek istemememin sebebi bu.''
-Mustafa Ulusoy / Giderken Bana Bir Şeyler Söyle (sf.86)
*''Kadınlar ağladığında onların sadece üzgün olduğunu düşünürsün. Oysa gözyaşı nefretin simgesidir.''
Nicki Minaj
''Gurbet tuhaf bir kelimedir, söyler söylemez ağızda kekremsi bir tat bırakır. dil üstünde bir katre kaya tuzu, kolay kolay erimeyen. Bir saklı burukluk, kendini hemen ele vermeyen. "Tarif Et" deseler, edemezsin. Bir şey hep yarım kalır, bir noktada hep eksik. Kabataslak anlatır ama tam karşılığını bulamazsın. Bir kez telaffuz eder, bir an duraklarsın. Öyle kelimeler vardır ki, istesen bile hafife alamazsın.''
-Elif Şafak / Şemspare(sf.11)
-Elif Şafak / Şemspare(sf.11)
"Barış istersiniz. Barış istemeyen hiç kimse yoktur.
Ama içinizde dramı isteyen bir şey vardır.
Onu şu anda hissedemeyebilirsiniz.
İçinizdeki tepkiyi tetikleyen bir durumu ya da bir olayı beklersiniz:
Birinin sizi o ya da bu nedenden suçlaması, size saygı duymaması,
Bölgenize izinsiz girmesi,bir şeyleri yapma tarzınızı sorgulaması,
para hakkında tartışması gibi...
O zaman içinizden yükselen ve belki düşmanlık ya da öfke kılığına bürünmüş korkuyu,
o güçlü enerji akışını hissedebiliyor musunuz?
Kendi sesinizin sert çıktığını, bağırıp çağırdığınızı duyabiliyor musunuz?
zihninizin pozisyonunu, savunmak, suçlamak, saldırmak,
haklı çıkarmak için yarıştığını hissedebiliyor musunuz?
Diğer bir deyişle, bilinçsizlik anında uyanabiliyor musunuz?
içinizde savaşta olup tehdit edildiğini hisseden ve ne olursa olsun
hayatta kalmaya, bu tiyatro oyununda zafer kazanan karakter olarak
kimliğini korumaya çalışan bir şeyin varlığını hissedebiliyor musunuz?
huzurlu olmaktansa haklı olmayı tercih eden
bir şeyin varlığını algılayabiliyor musunuz?
Ego savaşta olduğunda, hayatta kalmak için savaşmanın bir illüzyondan ibaret olduğunu sakın unutmayın.
Farkındalık, şimdiki anın içinde gizli olan güçtür.
ona aynı zamanda varlık adını vermemizin nedeni budur.
İnsan varlığının nihai amacı ya da diğer bir deyişle sizin var oluş amacınız o gücü bu dünyaya getirmektir. Sadece varlık sizi egodan kurtarabilir ve ancak şimdi'de var olabilirsiniz."
Eckhart Tolle - Barış mı yoksa dram mı?
Ama içinizde dramı isteyen bir şey vardır.
Onu şu anda hissedemeyebilirsiniz.
İçinizdeki tepkiyi tetikleyen bir durumu ya da bir olayı beklersiniz:
Birinin sizi o ya da bu nedenden suçlaması, size saygı duymaması,
Bölgenize izinsiz girmesi,bir şeyleri yapma tarzınızı sorgulaması,
para hakkında tartışması gibi...
O zaman içinizden yükselen ve belki düşmanlık ya da öfke kılığına bürünmüş korkuyu,
o güçlü enerji akışını hissedebiliyor musunuz?
Kendi sesinizin sert çıktığını, bağırıp çağırdığınızı duyabiliyor musunuz?
zihninizin pozisyonunu, savunmak, suçlamak, saldırmak,
haklı çıkarmak için yarıştığını hissedebiliyor musunuz?
Diğer bir deyişle, bilinçsizlik anında uyanabiliyor musunuz?
içinizde savaşta olup tehdit edildiğini hisseden ve ne olursa olsun
hayatta kalmaya, bu tiyatro oyununda zafer kazanan karakter olarak
kimliğini korumaya çalışan bir şeyin varlığını hissedebiliyor musunuz?
huzurlu olmaktansa haklı olmayı tercih eden
bir şeyin varlığını algılayabiliyor musunuz?
Ego savaşta olduğunda, hayatta kalmak için savaşmanın bir illüzyondan ibaret olduğunu sakın unutmayın.
Farkındalık, şimdiki anın içinde gizli olan güçtür.
ona aynı zamanda varlık adını vermemizin nedeni budur.
İnsan varlığının nihai amacı ya da diğer bir deyişle sizin var oluş amacınız o gücü bu dünyaya getirmektir. Sadece varlık sizi egodan kurtarabilir ve ancak şimdi'de var olabilirsiniz."
Eckhart Tolle - Barış mı yoksa dram mı?
Açıkçası ben herkesten farklı olduğumu
düşünmüyorum. Sadece, hayallerimin ve doğruluğuna
inandığım şeylerin peşinden gittim, prensiplerime
uydum, uzlaşmadım ve kimseyi de rahatsız etmemeye,
haksızlık etmemeye, iyi bir insan olmaya çalıştım. Bu
saydıklarım insanı beyazlar içinde siyah yapıyorsa,
sorun beyazlardadır!..
-Teoman
düşünmüyorum. Sadece, hayallerimin ve doğruluğuna
inandığım şeylerin peşinden gittim, prensiplerime
uydum, uzlaşmadım ve kimseyi de rahatsız etmemeye,
haksızlık etmemeye, iyi bir insan olmaya çalıştım. Bu
saydıklarım insanı beyazlar içinde siyah yapıyorsa,
sorun beyazlardadır!..
-Teoman
“Herkesin kendine yakın bulduğu, diğerlerine tercih ettiği konuşmalar vardır. Ve çok defa beklenmedik bir anda, unutulmuş ıssız bir köşede rastlanılan bir insan, sıcacık konuşmasıyla insana benliğinin bozuk yollarını, sığınılacak bir köşeciği, zamanı, insanların aptallıklarını, yalancılıklarını unutturabilir.”
Ölü Canlar, Gogol
Ölü Canlar, Gogol
9 Mart 2013 Cumartesi
Zaman akıyor. Zaman çarpıyor bize. Zamanın akışı önünde hiçbir şey yapamıyoruz ve zaman bizi de alıp kendisiyle götürüyor.
Korku gücün kız kardeşidir.
İçinde yaşadığınız dünyada pek çok şey söyleniyor. Hayatımın, anılarımın, sözlerimin; kelimelerin, kıssaların beyaz kalesi karşısında ne kıymeti var ki?
Sınırlar, şartlar, zorunluluklar bizi bizden, insandan ve insanlıktan uzaklaştırıyor.
Ruhunu dış dünyanın kirinden temizlemek ve ondan uzaklaşmak istediğin zaman köylülerin yanına gelmeli ve bir süre onlarla kalmalısın.
İnsanın yarattığı şey insanı kıvrandırıyor, öldürüyor.
İnsan küçük ve zavallıdır; ama kötü ve çirkef değil. Bununla birlikte zavallılığımızı asla birine anlatmak ya da göstermek istemeyiz. Çünkü utanıyoruz, korkuyoruz, itiraf edemiyoruz. Yalnız bu kadar da değil. Ortalıktaki koşuşturmadan dolayı birbirimizi dinleme fırsatı da bulamıyoruz. Böylesi bir hırgür içinde birbirimizin canını yakıyor, birbirimizi üzüyoruz.
Hayatın son adımının ölümün kapısına doğru olduğunu biliriz. Ama bizi hayattan uzaklaştıran bu son adım, ölümsüzlüğün ilk adımı değil midir?
Yaşlı Rind'in Ölümü
Mehmed Uzun
Korku gücün kız kardeşidir.
İçinde yaşadığınız dünyada pek çok şey söyleniyor. Hayatımın, anılarımın, sözlerimin; kelimelerin, kıssaların beyaz kalesi karşısında ne kıymeti var ki?
Sınırlar, şartlar, zorunluluklar bizi bizden, insandan ve insanlıktan uzaklaştırıyor.
Ruhunu dış dünyanın kirinden temizlemek ve ondan uzaklaşmak istediğin zaman köylülerin yanına gelmeli ve bir süre onlarla kalmalısın.
İnsanın yarattığı şey insanı kıvrandırıyor, öldürüyor.
İnsan küçük ve zavallıdır; ama kötü ve çirkef değil. Bununla birlikte zavallılığımızı asla birine anlatmak ya da göstermek istemeyiz. Çünkü utanıyoruz, korkuyoruz, itiraf edemiyoruz. Yalnız bu kadar da değil. Ortalıktaki koşuşturmadan dolayı birbirimizi dinleme fırsatı da bulamıyoruz. Böylesi bir hırgür içinde birbirimizin canını yakıyor, birbirimizi üzüyoruz.
Hayatın son adımının ölümün kapısına doğru olduğunu biliriz. Ama bizi hayattan uzaklaştıran bu son adım, ölümsüzlüğün ilk adımı değil midir?
Yaşlı Rind'in Ölümü
Mehmed Uzun
Milyonlarca lüleli peruk da taksan, arşınlarca yüksekteki kaideye de çıksan, neysen osundur." (Goethe)
Düşüncelerin yalnızca sözlü olarak dile getirildiği bir yüzyılda yaşamıyoruz. Sıradan insanların ihtiyacı olan, bir şeye dahil olma hissidir, zamanın akışına sözde varlıklarıyla katılmaktır.
Büyük dehalar düzeni, daha küçükler ise insani olanı kurar.
Hayatta yalnızca bir şey dört dörtlük yapılabilir. Yalnızca bir şey; ama onu da tam yapmak gerekir. Bunun ne olduğu önemli değildir, kimse kendini aşamaz; ama hayatını bir tek şeye odaklayan, doğru bir şey yapmış olur. Bu şey yalnızca doğru, dürüst, temiz bir şey olmalıdır ve insanın kendi kanıymış gibi kanıksadığı bir şey olmalıdır. Eğer insan kendi yaptığını doğru buluyorsa, diğer insanların buna saçmalık ya da aptallık demeleri önemsizdir.
İnsanlar her zaman kendilerine en yabancı olan şeye hayran olurlar.
İçedönük doğaların gizli bir gücü vardır; onlar dışadönük insanlarda kısa süreliğine de olsa ciddiyeti açığa çıkartmayı ve ağırbaşlılıklarıyla onların temeline inmeyi bilirler.
Büyük insanlar hayranlık duyar; ama belli bir mesafeden; çünkü yakınlığın iyi olmadığını düşünürler.
Vasat yetenekler için yüksek makamlar tehlikelidir; kişi kendini aşmak zorunda kalırsa kişiliği bozulur.
İnsan kendisinden daha öte bir şeyler olmak zorundadır.
Goethe: İnsanlar Kızıldeniz gibidir; asa onları ayırdıktan hemen sonra tekrar bir araya gelirler.
Başkalarını iyi tanımadığımız halde onlar hakkında fikir sahibi olduğumuzu sanarak kendi kendimizi kandırırız.
Düzene ayak uyduramayan yapayalnız kalır.
Eğer ciddiye alındığını fark ederse nevrozlu bir hasta karşısında bitmişsiniz demektir.
En içten hisler karşısındakine anlatılmadıktan sonra ne değer taşır ki?
Birine düşünce yoluyla yoğunlaşıp onunla ilgili bir şeyi dürüstçe ve içtenlikle düşünürsek düşündüğümüz şey gerçek olur.
Korkmak binlerce defa ölmek demektir, ölümün kendisinden beterdir.
Clarissa
Stefan Zweig
Düşüncelerin yalnızca sözlü olarak dile getirildiği bir yüzyılda yaşamıyoruz. Sıradan insanların ihtiyacı olan, bir şeye dahil olma hissidir, zamanın akışına sözde varlıklarıyla katılmaktır.
Büyük dehalar düzeni, daha küçükler ise insani olanı kurar.
Hayatta yalnızca bir şey dört dörtlük yapılabilir. Yalnızca bir şey; ama onu da tam yapmak gerekir. Bunun ne olduğu önemli değildir, kimse kendini aşamaz; ama hayatını bir tek şeye odaklayan, doğru bir şey yapmış olur. Bu şey yalnızca doğru, dürüst, temiz bir şey olmalıdır ve insanın kendi kanıymış gibi kanıksadığı bir şey olmalıdır. Eğer insan kendi yaptığını doğru buluyorsa, diğer insanların buna saçmalık ya da aptallık demeleri önemsizdir.
İnsanlar her zaman kendilerine en yabancı olan şeye hayran olurlar.
İçedönük doğaların gizli bir gücü vardır; onlar dışadönük insanlarda kısa süreliğine de olsa ciddiyeti açığa çıkartmayı ve ağırbaşlılıklarıyla onların temeline inmeyi bilirler.
Büyük insanlar hayranlık duyar; ama belli bir mesafeden; çünkü yakınlığın iyi olmadığını düşünürler.
Vasat yetenekler için yüksek makamlar tehlikelidir; kişi kendini aşmak zorunda kalırsa kişiliği bozulur.
İnsan kendisinden daha öte bir şeyler olmak zorundadır.
Goethe: İnsanlar Kızıldeniz gibidir; asa onları ayırdıktan hemen sonra tekrar bir araya gelirler.
Başkalarını iyi tanımadığımız halde onlar hakkında fikir sahibi olduğumuzu sanarak kendi kendimizi kandırırız.
Düzene ayak uyduramayan yapayalnız kalır.
Eğer ciddiye alındığını fark ederse nevrozlu bir hasta karşısında bitmişsiniz demektir.
En içten hisler karşısındakine anlatılmadıktan sonra ne değer taşır ki?
Birine düşünce yoluyla yoğunlaşıp onunla ilgili bir şeyi dürüstçe ve içtenlikle düşünürsek düşündüğümüz şey gerçek olur.
Korkmak binlerce defa ölmek demektir, ölümün kendisinden beterdir.
Clarissa
Stefan Zweig
Kişi düşünde, ancak daha önce, gündüzki yaşamı içinde görmüş olduğu şeyleri ya da bunların karışımlarını görür.
Boşlukta kayma ya da düşme rüyaları, en yaygın düş olaylarından biridir ve hemen herkesin başından geçmiştir. Irksal bir anıymış bu. O pek uzaktan akraba olduğumuz Ağaç-Adamları'ndan kalmaymış. Ağaçlarda yaşayan bu yarı-insanlar için yüksekten düşme tehlikesi çok büyük ve somut bir korkuymuş. Birçokları böyle bir düşme sonucu can vermişler; hemen hepsinin başından da korkutucu düşme olayları geçmiş; hayatlarını ancak alçak dallara tutunarak kurtarabilmişler.
Bu şekilde, son dakikada önlenen korkunç bir düşüş, büyük bir şok yaratırmış. Bu şok da birtakım moleküler değişimlere yol açarmış. Bu değişimler sonraki kuşakların beyin hücrelerine aktarılmış ve kısaca ırksal anılar haline gelmişler. Yani, siz ya da ben, uykuda ya da tam uykuya dalacağımız sırada boşlukta düşer gibi olup da yere değmezden bir saniye önce yerimizden sıçradığımız zaman, ağaç tepelerinde yaşamış olan dedelerimizin başına gelenleri hatırlamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Beyin hücrelerinde meydana gelen değişimler bu duyguyu kalıtımsal hale getirmiş.
Hepimizin pek iyi tanıdığı o boşlukta düşme olayında hiçbirimiz yere çarpmayız. Yere çarpmak demek, öbür dünyayı boylamak demektir çünkü. Ağaçgezen dedelerimiz arasında düşüp de yere çarpmış olanlar hemen ölmüşler elbette. Bu düşüşün getirdiği şok onların da beyin hücrelerine yer etmiştir kuşkusuz; ne var ki hemen öldükleri için çoluk çocuğa karışıp da bu değişimi onlara aktaracak fırsatları olmamıştır. Bizler, düşüp de yere çarpmayan ağaçgezenlerin yeni kuşaklarıyız; onun için de düşlerimizde yere çarpmadan uyanırız.
İçgüdüler birer ırksal anıdır aslında.
Bazen kişi düş görürken bunun farkındadır. Hele gördüğü kötü bir düşse, bunun yalnızca bir düş olduğunu yineleyerek avutur kendini.
Adem'den Önce
Jack London
Boşlukta kayma ya da düşme rüyaları, en yaygın düş olaylarından biridir ve hemen herkesin başından geçmiştir. Irksal bir anıymış bu. O pek uzaktan akraba olduğumuz Ağaç-Adamları'ndan kalmaymış. Ağaçlarda yaşayan bu yarı-insanlar için yüksekten düşme tehlikesi çok büyük ve somut bir korkuymuş. Birçokları böyle bir düşme sonucu can vermişler; hemen hepsinin başından da korkutucu düşme olayları geçmiş; hayatlarını ancak alçak dallara tutunarak kurtarabilmişler.
Bu şekilde, son dakikada önlenen korkunç bir düşüş, büyük bir şok yaratırmış. Bu şok da birtakım moleküler değişimlere yol açarmış. Bu değişimler sonraki kuşakların beyin hücrelerine aktarılmış ve kısaca ırksal anılar haline gelmişler. Yani, siz ya da ben, uykuda ya da tam uykuya dalacağımız sırada boşlukta düşer gibi olup da yere değmezden bir saniye önce yerimizden sıçradığımız zaman, ağaç tepelerinde yaşamış olan dedelerimizin başına gelenleri hatırlamaktan başka bir şey yapmıyoruz. Beyin hücrelerinde meydana gelen değişimler bu duyguyu kalıtımsal hale getirmiş.
Hepimizin pek iyi tanıdığı o boşlukta düşme olayında hiçbirimiz yere çarpmayız. Yere çarpmak demek, öbür dünyayı boylamak demektir çünkü. Ağaçgezen dedelerimiz arasında düşüp de yere çarpmış olanlar hemen ölmüşler elbette. Bu düşüşün getirdiği şok onların da beyin hücrelerine yer etmiştir kuşkusuz; ne var ki hemen öldükleri için çoluk çocuğa karışıp da bu değişimi onlara aktaracak fırsatları olmamıştır. Bizler, düşüp de yere çarpmayan ağaçgezenlerin yeni kuşaklarıyız; onun için de düşlerimizde yere çarpmadan uyanırız.
İçgüdüler birer ırksal anıdır aslında.
Bazen kişi düş görürken bunun farkındadır. Hele gördüğü kötü bir düşse, bunun yalnızca bir düş olduğunu yineleyerek avutur kendini.
Adem'den Önce
Jack London
Kararsızlık kadar yorucu ve boşuna olan bir şey yoktur.
Günah duygusu, daha iyi, daha temiz bir yaşama değil, bunun tam aksine neden olur. Bir adamı hem mutsuz yapar hem de ona aşağılık duygusunu aşılar.
Bilgisizlerin zorbalığından kendini kurtarabilmiş birçok kişi, baskı süresince öyle çetin ve uzun bir savaş vermek zorunda kalmışlardır ki, sonunda gücenmiş ve enerjilerini yitirmişlerdir.
Dimağ, kendisine sunulan malzemeyi şaşılacak alaşımlar halinde birleştirme gücü olan garip bir makinedir; ama dış dünyadan malzeme almayınca güçsüzleşir.
İnsanoğlu durmadan didinir ve madde durmadan hareket halindedir; sonradan gelen, daha önce gidenden hiçbir bakımdan farklı olmadığı halde, yerinde duran bir şey yoktur. Bir adam ölür ve mirasçısı onun çabalarının meyvelerini toplar; nehirler denize dökülür; ama sularının orada kalmasına izin verilmemiştir. İnsanlar ve eşyalar, sonsuz ve amaçsız bir devir içinde doğarlar, ölürler; yıllar boyunca hiçbir ilerleme olmaz, kalıcı bir şey başarılmış değildir. Nehirler akıllı olsalardı, yerlerinde kalırlardı. Süleyman akıllı olsaydı, meyvelerinin tadını oğlunun çıkaracağı ağaçlar dikmezdi.
Alçakgönüllü kişiler, her zaman birlikte bulundukları kişilerden daha parlak başarılar elde edemediklerine inanırlar. Bu yüzden hasetçiliğe, haset yoluyla mutsuzluğa ve kötü niyetliliğe çok eğilimli olurlar.
Kendi kendine bölünmüş bir kişilik kadar, yalnız mutluluğu değil, yeterliliği de azaltan hiçbir şey yoktur.
Geleneksel ahlak o derece bir özgecilik -kendinden başkalarını düşünme- gerektirir ki, çoğu hallerde insan yaradılışının yetenek sınırlarını aşar ve dürüstlükleriyle övünen kişilerin çoğu da, kendilerini, hiçbir zaman ulaşılamayacak olanı elde etmiş sanır. En yüce kişilerin bile büyük çoğunluğunun davranışları, kendilerine çevrik, kendi çıkarları yönünde güdüler taşır
Hiç kimseden, yaşama tarzını başka bir kişi uğruna temelden değiştirip bozması beklenmemelidir. İnsanların çoğunlukla yakındığı davranışlar, hasta bencilliğin sınırları aşmasına karşı, normal egonun sağlıklı tepkisidir.
Kendi kendini aldatmaya dayanan hiçbir gönül doyumu sağlam değildir. Gerçek ne kadar tatsız olursa olsun, yüz yüze gelinmeli, alışılmalı ve yaşayışımız ona uydurulmaya çalışılmalıdır.
Başkaları için duyduğumuz korku, kendimiz için duyduğumuzdan ancak nüans farkıyla üstün bir duygudur. Kaldı ki bu duygu, çoğu hallerde, sevilene sahip ve egemen olma isteğini gizlemek için bir bahanedir. Sevilenin korkularını uyandırmaktan beklenen şey, ona daha fazla egemen olmaktır. Erkeklerin ürkek kadınlardan hoşlanma nedenlerinden biri de budur; çünkü korunan kimseye egemen olunur.
Herhangi bir işte ciddi bir başarı, o işin malzemesine karşı duyulan gerçek ilgiye bağlıdır.
En iyi sevgi, insanın eski mutsuzluklardan kaçmak için değil de, yeni mutluluklara kavuşma umuduyla beslediği sevgidir.
Önemli nitelikte bir yapıcı işle uğraşmak kadar kişiyi nefret alışkanlığından kurtarabilecek pek az şey vardır.
"Çok bilenin çok derdi olur; bilgiyi artıranın üzüntüsü de artar."
İnanılması her gün biraz daha güçleşen şeylere inanmak için harcanan çaba kadar yorucu ve en sonunda usandırıcı hiçbir şey yoktur. Böyle bir çaba zorunluluğundan kurtulmaksa güvenilir ve uzun ömürlü bir mutluluğun vazgeçilmez koşuludur.
"Güneş altında yeni bir şey yoktur."
Mutluluk Yolu
Bertrand Russell
Günah duygusu, daha iyi, daha temiz bir yaşama değil, bunun tam aksine neden olur. Bir adamı hem mutsuz yapar hem de ona aşağılık duygusunu aşılar.
Bilgisizlerin zorbalığından kendini kurtarabilmiş birçok kişi, baskı süresince öyle çetin ve uzun bir savaş vermek zorunda kalmışlardır ki, sonunda gücenmiş ve enerjilerini yitirmişlerdir.
Dimağ, kendisine sunulan malzemeyi şaşılacak alaşımlar halinde birleştirme gücü olan garip bir makinedir; ama dış dünyadan malzeme almayınca güçsüzleşir.
İnsanoğlu durmadan didinir ve madde durmadan hareket halindedir; sonradan gelen, daha önce gidenden hiçbir bakımdan farklı olmadığı halde, yerinde duran bir şey yoktur. Bir adam ölür ve mirasçısı onun çabalarının meyvelerini toplar; nehirler denize dökülür; ama sularının orada kalmasına izin verilmemiştir. İnsanlar ve eşyalar, sonsuz ve amaçsız bir devir içinde doğarlar, ölürler; yıllar boyunca hiçbir ilerleme olmaz, kalıcı bir şey başarılmış değildir. Nehirler akıllı olsalardı, yerlerinde kalırlardı. Süleyman akıllı olsaydı, meyvelerinin tadını oğlunun çıkaracağı ağaçlar dikmezdi.
Alçakgönüllü kişiler, her zaman birlikte bulundukları kişilerden daha parlak başarılar elde edemediklerine inanırlar. Bu yüzden hasetçiliğe, haset yoluyla mutsuzluğa ve kötü niyetliliğe çok eğilimli olurlar.
Kendi kendine bölünmüş bir kişilik kadar, yalnız mutluluğu değil, yeterliliği de azaltan hiçbir şey yoktur.
Geleneksel ahlak o derece bir özgecilik -kendinden başkalarını düşünme- gerektirir ki, çoğu hallerde insan yaradılışının yetenek sınırlarını aşar ve dürüstlükleriyle övünen kişilerin çoğu da, kendilerini, hiçbir zaman ulaşılamayacak olanı elde etmiş sanır. En yüce kişilerin bile büyük çoğunluğunun davranışları, kendilerine çevrik, kendi çıkarları yönünde güdüler taşır
Hiç kimseden, yaşama tarzını başka bir kişi uğruna temelden değiştirip bozması beklenmemelidir. İnsanların çoğunlukla yakındığı davranışlar, hasta bencilliğin sınırları aşmasına karşı, normal egonun sağlıklı tepkisidir.
Kendi kendini aldatmaya dayanan hiçbir gönül doyumu sağlam değildir. Gerçek ne kadar tatsız olursa olsun, yüz yüze gelinmeli, alışılmalı ve yaşayışımız ona uydurulmaya çalışılmalıdır.
Başkaları için duyduğumuz korku, kendimiz için duyduğumuzdan ancak nüans farkıyla üstün bir duygudur. Kaldı ki bu duygu, çoğu hallerde, sevilene sahip ve egemen olma isteğini gizlemek için bir bahanedir. Sevilenin korkularını uyandırmaktan beklenen şey, ona daha fazla egemen olmaktır. Erkeklerin ürkek kadınlardan hoşlanma nedenlerinden biri de budur; çünkü korunan kimseye egemen olunur.
Herhangi bir işte ciddi bir başarı, o işin malzemesine karşı duyulan gerçek ilgiye bağlıdır.
En iyi sevgi, insanın eski mutsuzluklardan kaçmak için değil de, yeni mutluluklara kavuşma umuduyla beslediği sevgidir.
Önemli nitelikte bir yapıcı işle uğraşmak kadar kişiyi nefret alışkanlığından kurtarabilecek pek az şey vardır.
"Çok bilenin çok derdi olur; bilgiyi artıranın üzüntüsü de artar."
İnanılması her gün biraz daha güçleşen şeylere inanmak için harcanan çaba kadar yorucu ve en sonunda usandırıcı hiçbir şey yoktur. Böyle bir çaba zorunluluğundan kurtulmaksa güvenilir ve uzun ömürlü bir mutluluğun vazgeçilmez koşuludur.
"Güneş altında yeni bir şey yoktur."
Mutluluk Yolu
Bertrand Russell
hayvanlara uzun uzun bakıyorum da
ben de hayvanlaşıp onlar gibi yaşayabilirim diyorum
hepsi kendi aleminde, öyle huzur içinde
hallerinden sızlanmazlar, kan ter dökmezler
karanlıkta gözleri açık uzanmıyorlar ve ağlamıyorlar günahlarına
tanrıya olan borçlarını konuşup midemi bulandırmıyorlar
hepsi hoşnut, hiçbirinin mal mülk hırsıyla gözü dönmüş değil
ne biri diğerinin önünde diz çöker
ne de binlerce yıl önce yaşamış kendi türünden birinin
hiçbiri dünyanın en mutsuzu değildir ne de en saygıdeğeri
Walt Whitman)
ben de hayvanlaşıp onlar gibi yaşayabilirim diyorum
hepsi kendi aleminde, öyle huzur içinde
hallerinden sızlanmazlar, kan ter dökmezler
karanlıkta gözleri açık uzanmıyorlar ve ağlamıyorlar günahlarına
tanrıya olan borçlarını konuşup midemi bulandırmıyorlar
hepsi hoşnut, hiçbirinin mal mülk hırsıyla gözü dönmüş değil
ne biri diğerinin önünde diz çöker
ne de binlerce yıl önce yaşamış kendi türünden birinin
hiçbiri dünyanın en mutsuzu değildir ne de en saygıdeğeri
Walt Whitman)
Bir bebek gibi sallanabilen bir yalnızlık var. Kollar kavuşmuş, dizler karna çekilmiş, bir gelininkine benzemeyen bu devinimi sürdürmek, sürdürmek, sallayanı yatıştırır, denetler. Bu, içedönük bir yalnızlık -insanı bir deri gibi, sımsıkı saran türden. Bir de, dolaşıp duran bir yalnızlık var. Hiçbir sallama onu yatıştıramaz. O canlıdır, dik başlıdır. Kuru, yayılan bir şeydir; insana kendi ayak seslerini çok uzaklardan geliyormuş gibi hissettirir.
Ona ne dendiğini herkes biliyor; ama yeryüzündeki hiç kimse onun adını bilmiyor. Anımsanmayan, hesaba katılmayan biri kaybolmuş sayılamaz; çünkü kimse onu aramıyordur; arasalar bile, adını bilmedikleri bir kıza nasıl seslenecekler? Onun istekleri var; ama o istenmiyor. Sevilmeyi bekleyen kız, uzun otların ikiye ayrıldığı yerde; hıçkırıklar, utanç bedenini parçalıyor, onu çiğneyip yutacak olan kahkahanın işini kolaylaştırıyor.
Anlatılacak bir öykü değildi bu.
Sevilen
Toni Morrison
Ona ne dendiğini herkes biliyor; ama yeryüzündeki hiç kimse onun adını bilmiyor. Anımsanmayan, hesaba katılmayan biri kaybolmuş sayılamaz; çünkü kimse onu aramıyordur; arasalar bile, adını bilmedikleri bir kıza nasıl seslenecekler? Onun istekleri var; ama o istenmiyor. Sevilmeyi bekleyen kız, uzun otların ikiye ayrıldığı yerde; hıçkırıklar, utanç bedenini parçalıyor, onu çiğneyip yutacak olan kahkahanın işini kolaylaştırıyor.
Anlatılacak bir öykü değildi bu.
Sevilen
Toni Morrison
Bir özveriyi gerektiren sevgiye inan; bunun dışında her şey, çoğu zaman, boş sözlerden başka bir şey değildir.
Sana kanını feda etmeye hazır demiyorum -bu anlık ve kolay bir şey- bütün bir yaşam boyunca sana bağlanmaya hazır olmayan kişiden bir sigara bile kabul etmemelisin.
En kutsal sevgilerimizin hepsi tembel bir alışkanlıktan başka bir şey değildir.
Tanımak, bilmek isteğidir aşk.
Gurur ve şehvetten meydana gelen bir tutkuda başkalarını düşünme erdemini aramak gülünçtür.
Aşkın en beyliği insanın sevdiği konusunda bilmediği şeylerle beslenir. Ama insanın bildiği şeylere dayanan bir aşkın üstünde ne olabilir?
Kendini çocukça teslim edişinle kimsenin ilgilenmediğini anladığın zaman sona erer gençlik.
oysa herkes öldürür sevdiği şeyi
bu herkesçe biline
kimi sert bir bakışla yapar bunu
kimi övücü sözlerle
Hiçbir sakınma duymadan sevmek, karşılığı durmadan ödenen bir lükstür.
Bir başkasını gerçekten seven insan bu ilişkinin neden yaşam boyu sürmesini istemekte diretir? Çünkü yaşamak acı çekmek, aşkın tadını almak ise duygusuzlaşmak demektir; bir ameliyatın ortasında kim ayılmak ister?
Aşık olmadığı zaman kolaydır insanın iyi olması.
Aşk kendi başına, koca bir maymunun libidosundan başka nedir ki?
Ayık yaşamak için gerekli olan bir bencilliğin, özrü sorumluluk yaratmak olan bir bencilliğin üzerine vurulan mühürdür evlilik.
Kıskançlığa karşı geçici bir çaredir cinsel ahlak. Bir başka erkeğin cinsel gücüyle herhangi bir karşılaştırmayı önleme çabasıdır. Kıskançlık ise böyle bir karşılaştırma yapmak zorunda kalma korkusudur.
Bir daha, yalnız sana bağlı olmayan şeyleri ciddiye alma: Aşk, dostluk, ün gibi.
Bir aşk ilişkisine karşı en iyi savunma kendi kendine bıkıncaya kadar şu sözleri söylemektir: "Bu tutku budalalıktan başka bir şey değil; astarı yüzünden pahalı." Ama seven insan her zaman bu keresinde gerçek aşkı bulduğunu sanma eğilimindedir; aşkın güzelliği, bize olağanüstü, inanılmaz bir şeyle karşılaşacağımız inancını aşılamasındadır.
Aşk iki sevgiliyi birbirlerine değil, kendi kendilerine çırılçıplak gösterme gücüne sahiptir.
Aşk geride tiksinti bırakan geçici bir bunalımdır.
Cinsel tutku, kan ve alkol. İnsan hayatının Dionysossu üç an'ı. Bunların birinden ya da öbüründen kurtulabilen hiç kimse yoktur.
Sadece yalan söylemen, gerçekleri abartman, biraz süslemen yeter; sonucun şaşırtıcı olduğunu göreceksin. Şehvet oyununda yalanlardan kaçmak diye bir şey yoktur.
Dinlerin en ucuzudur aşk.
Gerçekten tek büyük olumlamadır aşk; olmak, biri sayılmak ve ölüm er geç gelecekse, yiğitçe, alkışlar arasında ölmek; kısaca, bir anı olarak kalmak dürtüsü.
İnsan kendisini birine vermeden ona nasıl sahip olabilir?
Aşk
Cesare Pavese
Sana kanını feda etmeye hazır demiyorum -bu anlık ve kolay bir şey- bütün bir yaşam boyunca sana bağlanmaya hazır olmayan kişiden bir sigara bile kabul etmemelisin.
En kutsal sevgilerimizin hepsi tembel bir alışkanlıktan başka bir şey değildir.
Tanımak, bilmek isteğidir aşk.
Gurur ve şehvetten meydana gelen bir tutkuda başkalarını düşünme erdemini aramak gülünçtür.
Aşkın en beyliği insanın sevdiği konusunda bilmediği şeylerle beslenir. Ama insanın bildiği şeylere dayanan bir aşkın üstünde ne olabilir?
Kendini çocukça teslim edişinle kimsenin ilgilenmediğini anladığın zaman sona erer gençlik.
oysa herkes öldürür sevdiği şeyi
bu herkesçe biline
kimi sert bir bakışla yapar bunu
kimi övücü sözlerle
Hiçbir sakınma duymadan sevmek, karşılığı durmadan ödenen bir lükstür.
Bir başkasını gerçekten seven insan bu ilişkinin neden yaşam boyu sürmesini istemekte diretir? Çünkü yaşamak acı çekmek, aşkın tadını almak ise duygusuzlaşmak demektir; bir ameliyatın ortasında kim ayılmak ister?
Aşık olmadığı zaman kolaydır insanın iyi olması.
Aşk kendi başına, koca bir maymunun libidosundan başka nedir ki?
Ayık yaşamak için gerekli olan bir bencilliğin, özrü sorumluluk yaratmak olan bir bencilliğin üzerine vurulan mühürdür evlilik.
Kıskançlığa karşı geçici bir çaredir cinsel ahlak. Bir başka erkeğin cinsel gücüyle herhangi bir karşılaştırmayı önleme çabasıdır. Kıskançlık ise böyle bir karşılaştırma yapmak zorunda kalma korkusudur.
Bir daha, yalnız sana bağlı olmayan şeyleri ciddiye alma: Aşk, dostluk, ün gibi.
Bir aşk ilişkisine karşı en iyi savunma kendi kendine bıkıncaya kadar şu sözleri söylemektir: "Bu tutku budalalıktan başka bir şey değil; astarı yüzünden pahalı." Ama seven insan her zaman bu keresinde gerçek aşkı bulduğunu sanma eğilimindedir; aşkın güzelliği, bize olağanüstü, inanılmaz bir şeyle karşılaşacağımız inancını aşılamasındadır.
Aşk iki sevgiliyi birbirlerine değil, kendi kendilerine çırılçıplak gösterme gücüne sahiptir.
Aşk geride tiksinti bırakan geçici bir bunalımdır.
Cinsel tutku, kan ve alkol. İnsan hayatının Dionysossu üç an'ı. Bunların birinden ya da öbüründen kurtulabilen hiç kimse yoktur.
Sadece yalan söylemen, gerçekleri abartman, biraz süslemen yeter; sonucun şaşırtıcı olduğunu göreceksin. Şehvet oyununda yalanlardan kaçmak diye bir şey yoktur.
Dinlerin en ucuzudur aşk.
Gerçekten tek büyük olumlamadır aşk; olmak, biri sayılmak ve ölüm er geç gelecekse, yiğitçe, alkışlar arasında ölmek; kısaca, bir anı olarak kalmak dürtüsü.
İnsan kendisini birine vermeden ona nasıl sahip olabilir?
Aşk
Cesare Pavese
Öfkelenince neden bağırırız?
Hintli bir bilge öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”
Hintli bir bilge öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”
“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”
Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.”
Okula ilk başladığımız yıllardan şunları hatırlayorum. Öğretmenlerimizden biri:
– Tanrı o kadar büyük, o kadar büyüktür ki, insan göremez.. demişdi.
Başka bir öğretmen de:
– Mikrop o kadar küçük, o kadar küçüktür ki, insan göremez.. demişdi.
Başka öğretmenlerimiz de, iyilik, doğruluk, kahramanlık, yüreklilik, vatan, nüfus... gibi göz ile görülmeyen, el ile tutulmayan kavramlar üzerinde düşünmeye zorlamışlardı.
Sonra, bizlere, görebileceğimiz, tutabileceğimiz, taş, demir, tahta, yaprak, toprak gibi şeyleri gösterip öğrettiler.
Şimdi bakınıyorum da.. Görüp öğrendiklerimizden çok görmediklerimiz bizleri bugün de tartışmalara sürükleyor.
Görülmeyenleri öğretmeye çalışırlarken bizleri görülenlerle mi oyaladılar yoksa!
Yoksa görülenleri öğretmek isterlerken görülmeyeceklerle mi oyaladılar bizi?
Özdemir Asaf / AKILDAN, OKULDAN YANA-ETİKA-122
– Tanrı o kadar büyük, o kadar büyüktür ki, insan göremez.. demişdi.
Başka bir öğretmen de:
– Mikrop o kadar küçük, o kadar küçüktür ki, insan göremez.. demişdi.
Başka öğretmenlerimiz de, iyilik, doğruluk, kahramanlık, yüreklilik, vatan, nüfus... gibi göz ile görülmeyen, el ile tutulmayan kavramlar üzerinde düşünmeye zorlamışlardı.
Sonra, bizlere, görebileceğimiz, tutabileceğimiz, taş, demir, tahta, yaprak, toprak gibi şeyleri gösterip öğrettiler.
Şimdi bakınıyorum da.. Görüp öğrendiklerimizden çok görmediklerimiz bizleri bugün de tartışmalara sürükleyor.
Görülmeyenleri öğretmeye çalışırlarken bizleri görülenlerle mi oyaladılar yoksa!
Yoksa görülenleri öğretmek isterlerken görülmeyeceklerle mi oyaladılar bizi?
Özdemir Asaf / AKILDAN, OKULDAN YANA-ETİKA-122
Teoizm
Tanrı bana aç insanları anlatamıyor, ama aynı zamanda anlatıyor da. İnsanlara baktığımda; insan zaten her şeyi anlatıyor. Niye kötü olduğunu veya niye iyiliği seçtiğini, her şeyi anlatıyor. Orada barışıyorum. Çelişki yoksa hayat yok. Benden sakın öyle çelişmeyen, karar verilmiş cevaplar bekleme. Ben kendimi kendimden alamadım çünkü. Ama muallakta olmak değil bu, muallağın ne olduğunu biliyorum. Muallak, boktan bir şey. Muallak, hissetmez zaten. Kavga da etmez. Tanrı’yla kul düzeyinde sorunu ve korkusu vardır. Ben çok korkarım, hiç korkmam. Benim Tanrı’mla aramdaki ilişki ödlekçe değil. Cesareti de Tanrı’dan alıyorum.
''Tamamlayamadığımız bir eksiklik duygusunu, azalmayan bir bezginliği sırtımızda un çuvalı gibi taşıyoruz. Monoton bir değirmentaşı günlerin akışı. Dönüyor kendi ritmiyle. Bizi o çarkın dışına çıkaracak bir aşk arıyoruz. Sıradışı bir sevda. Ama gel gör ki ne Ferhat'ız dağları delecek, ne Simurg kuşlarıyız mavilikte kanat çırpacak. Hem gizliden gizliye masalsı ve destansı bir sevda arıyor hem de masalları ve destanları hayatımızdan satır satır siliyoruz.''
-Firarperest / Elif Şafak
-Firarperest / Elif Şafak
“Bu güne kadar hiç âşık olduğu şeyin ne olduğunu bilen birine rastladın mı? Hayır. Yirmili yaşlarında bunu bilemezsin.
Yaptığın tek şey, keyfi seçimlerde bulunmaktır. “Seviyorum” kelimesi çoğu zaman fütursuzca sarfedilir.
Neyi sevdiğinden emin olmak için ihtiyacın olan şey ise olgunluktur. Doğruyu aramak! İşte yaşamın gerçeği budur.
Ve aşk eğer gerçekse, ancak o zaman bir çözüm olur…”
Jean-Luc Godard - Vivre Sa Vie / Hayatını Yaşamak
Yaptığın tek şey, keyfi seçimlerde bulunmaktır. “Seviyorum” kelimesi çoğu zaman fütursuzca sarfedilir.
Neyi sevdiğinden emin olmak için ihtiyacın olan şey ise olgunluktur. Doğruyu aramak! İşte yaşamın gerçeği budur.
Ve aşk eğer gerçekse, ancak o zaman bir çözüm olur…”
Jean-Luc Godard - Vivre Sa Vie / Hayatını Yaşamak
” Her gün aynı saatte gelirsen daha iyi olur, dedi. Örneğin saat dörtte gelirsen, ben üçte mutlu olmaya başlarım. Seni beklerken her geçen dakika mutluluğum biraz daha artar.
Saat dört olunca sevinçten ve meraktan yerimde duramaz olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez.”
Küçük Prens
Saat dört olunca sevinçten ve meraktan yerimde duramaz olurum. Ne kadar mutlu olduğumu görmüş olursun ama herhangi bir zamanda gelirsen yüreğim saat kaçta senin için çarpacağını bilemez.”
Küçük Prens
"Hizmet ediyorum, hizmet ediyorsun,
hizmet ediyoruz,
işte bu "yönetenlerin" iki yüzlü ezgisidir.
Ve ilk sahibi, ilk hizmetkâr olanların vay haline.
Dürüsttürler, başkalarına karşı yumuşak başlıdırlar,
kum taneleri birbirlerine karşı da
dürüst ve yumuşak başlıdırlar.
Kimsenin onlara bir kötülük yapmaması için,
başkalarına karşı çok ince davranır
ve iyilik yaparlar.
Güçten ve canlılıktan yoksun oldukları için
hizmet severlerdir.
Sonuç olarak "korkaklığa" erdem derler."
Friedrich Nietzsche
hizmet ediyoruz,
işte bu "yönetenlerin" iki yüzlü ezgisidir.
Ve ilk sahibi, ilk hizmetkâr olanların vay haline.
Dürüsttürler, başkalarına karşı yumuşak başlıdırlar,
kum taneleri birbirlerine karşı da
dürüst ve yumuşak başlıdırlar.
Kimsenin onlara bir kötülük yapmaması için,
başkalarına karşı çok ince davranır
ve iyilik yaparlar.
Güçten ve canlılıktan yoksun oldukları için
hizmet severlerdir.
Sonuç olarak "korkaklığa" erdem derler."
Friedrich Nietzsche
"Kadınlar: giysilerinin rengi, konuşma tarzları, bazılarının yüzündeki acımasızlık ifadesi, ya da saf, neredeyse büyüleyici kadınsı güzellik daima etkilemiştir beni. Bizden üstünlükleri vardır: herşeyi çok daha iyi planlarlar ve organize ederler. Erkekler bir futbol maçı izler, bira içer, ya da bovling oynarken, kadınlar bizi düşünüyorlar, bizi kabul edip etmeme, atıp atmama, öldürüp öldürmeme, ya da sadece terkedip etmeme konusunda enine boyuna düşünüp karar veriyorlardır. Sonu pek önemli değil; ne yaparlarsa yapsınlar sonunda biz yalnız kalıp kafayı yiyoruz."
Charles BUKOWSKI / Kadınlar
Charles BUKOWSKI / Kadınlar
İlk gördüğüm sendin, son gördüğüm bir yabancı.
Hani bir yastığımız olacaktı, bu ikinci yastık kimin?
Sen, ruhumdaki son sancı.
Gidiyorsun ama ruhuma kazındı ismin.
Sen 'Evet' dedin, ben 'Sonsuza kadar'.
Oysa ki bir evin eşyalarını paylaşmak değildi benim amacım.
Bir hayatı paylaşacaktık seninle, bir ölümü...
Sen silersin belki, ama ben nasıl unuturum dünümü?
Eşyalarımı topladığım valiz kadar küçüktü ömrüm
Ve bir aşkı paylaşmayı göze alacak kadar da büyük.
Şölen masalarında yalnız kalmaktansa,
Bir fakir sofrasındaki mutluluğumdu ekmeğim bir dilimini böldüğüm.
Ben gidiyorum şimdi, sen kalarak terk ediyorsun.
Hani iyi ve kötü günde birdik, hani bu yuvayı sonsuza kadar sevecektik?
Senin sonsuzun dün bitti, benimki halen sonsuza kadar...
Keşke bana 'Seviyorum' demeseydin, kandırmasaydın beni bu kadar.
Şimdi bana git diyorsun, bitti diyorsun.
Sen benim hayatımdın, kaderimdin.
Kaderimin sonuna mı geldim, hayatım mı bitti?
Benimki devam ediyor ama senin sonsuzun burada bitti.
Bu masayı hatırlıyor musun, ilk defa kahvaltı ettiğimiz?
Ya ilk filmi, sarılarak beraber seyrettiğimiz?
Ben gidiyorum, sadece ikimizin şarkısını alarak.
Hani hayatımızdı bizim şiirimiz, her gün bir mısra eklediğimiz?
Niye gözlerin şimdi bir başka bakıyor?
Niye hatırladığım en güzel sözlerin beni yakıyor?
Yuvamızın çatısı yıkıldı görmüyor musun?
Şimdi yeni bir gökyüzü sana bakıyor.
Şu yıldızı hatırlıyor musun gökyüzündeki?
İkimizin yıldızıydı her gece hayale daldığımız.
Bir de onu alıyorum giderken yanıma.
Her gece ben seyredeceğim yıldızımızı tek başıma,
Binlerce defa çalarken şarkımız...
Ben bu kapıdan ve hayatından şimdi çıkıyorum.
Şarkımızı ve yıldızımızı alarak.
Benim olduğun her dakika için teşekkür ediyorum.
Sen ise beni terk ediyorsun burada kalarak.
Ve sonsuza kadardı benim aşkım, yeminim.
Yine de sonsuza kadar sürecek.
Aşkım, evim, Kabe’mdi benim.
Yavrumu sana emanet ediyorum tek aşkım, son sevgilim.
“Yalan ömrüme bin dert katıyorum,
Sana değmeden elini tutuyorum,
Ömrüm bitiyor görmeden gidiyorum.
Sana paramparça bir kalp bırakıyorum.
'Niye böyle oldu?' diye sen sor kendine.
Ben gidiyorum!
(Abdullah Özdoğan [Şair])
Hani bir yastığımız olacaktı, bu ikinci yastık kimin?
Sen, ruhumdaki son sancı.
Gidiyorsun ama ruhuma kazındı ismin.
Sen 'Evet' dedin, ben 'Sonsuza kadar'.
Oysa ki bir evin eşyalarını paylaşmak değildi benim amacım.
Bir hayatı paylaşacaktık seninle, bir ölümü...
Sen silersin belki, ama ben nasıl unuturum dünümü?
Eşyalarımı topladığım valiz kadar küçüktü ömrüm
Ve bir aşkı paylaşmayı göze alacak kadar da büyük.
Şölen masalarında yalnız kalmaktansa,
Bir fakir sofrasındaki mutluluğumdu ekmeğim bir dilimini böldüğüm.
Ben gidiyorum şimdi, sen kalarak terk ediyorsun.
Hani iyi ve kötü günde birdik, hani bu yuvayı sonsuza kadar sevecektik?
Senin sonsuzun dün bitti, benimki halen sonsuza kadar...
Keşke bana 'Seviyorum' demeseydin, kandırmasaydın beni bu kadar.
Şimdi bana git diyorsun, bitti diyorsun.
Sen benim hayatımdın, kaderimdin.
Kaderimin sonuna mı geldim, hayatım mı bitti?
Benimki devam ediyor ama senin sonsuzun burada bitti.
Bu masayı hatırlıyor musun, ilk defa kahvaltı ettiğimiz?
Ya ilk filmi, sarılarak beraber seyrettiğimiz?
Ben gidiyorum, sadece ikimizin şarkısını alarak.
Hani hayatımızdı bizim şiirimiz, her gün bir mısra eklediğimiz?
Niye gözlerin şimdi bir başka bakıyor?
Niye hatırladığım en güzel sözlerin beni yakıyor?
Yuvamızın çatısı yıkıldı görmüyor musun?
Şimdi yeni bir gökyüzü sana bakıyor.
Şu yıldızı hatırlıyor musun gökyüzündeki?
İkimizin yıldızıydı her gece hayale daldığımız.
Bir de onu alıyorum giderken yanıma.
Her gece ben seyredeceğim yıldızımızı tek başıma,
Binlerce defa çalarken şarkımız...
Ben bu kapıdan ve hayatından şimdi çıkıyorum.
Şarkımızı ve yıldızımızı alarak.
Benim olduğun her dakika için teşekkür ediyorum.
Sen ise beni terk ediyorsun burada kalarak.
Ve sonsuza kadardı benim aşkım, yeminim.
Yine de sonsuza kadar sürecek.
Aşkım, evim, Kabe’mdi benim.
Yavrumu sana emanet ediyorum tek aşkım, son sevgilim.
“Yalan ömrüme bin dert katıyorum,
Sana değmeden elini tutuyorum,
Ömrüm bitiyor görmeden gidiyorum.
Sana paramparça bir kalp bırakıyorum.
'Niye böyle oldu?' diye sen sor kendine.
Ben gidiyorum!
(Abdullah Özdoğan [Şair])
Rosetta Taşı ya da Reşid Taşı, Mısır'da kale yapımındaki bir kazı sırasında rastlantı eseri bir Fransız askeri tarafından bulunmuş, yine Mısır'da Fransızlar tarafından kurulmuş olan Enstitüye gönderilmiştir.
Taş, belli başlı üç Mısır tapınağına gönderilmek amacıyla ve üç dilde yazılmış. Bu diller: Demotik (Mısır'da halkın kullandığı dil), Hiyeroglif ve Antik Yunanca.
Böylece Mısır halkı ile Mısır asilleri ve Yunanlılar bu antlaşmayı rahatlıkla okuyabilmişlerdir.
Yüzyıllar boyunca çözülemeyen bir sır olarak kalan Hiyeroglif, Napolyon'un 1798 yılındaki Mısır Seferi sırasında bulunan bu taşın yardımıyla çözülmüştür. Eski Mısır yazıları çözülmeden önce arkeologlar, Hiyerogliflerin Mısır'ın tufan'dan önceki yaşamına ait şekiller olduğunu düşünürlerdi. M.Ö. 196 yılında yazıldığı tahmin edilen bu taş adını bulunduğu Reşit (Rosetta) kasabasından almaktadır.
Ağırlığı 760 kg dan daha fazla ve 114 cm uzunluğunda, 72 cm genişliğinde, 28 cm kalınlığındaki bu taş granit ya da siyah bazalttan yapılmıştır. Büyük İskender'in Mısır'ı fethinden sonra hüküm sürmeye başlayan Ptolemaios Hanedanı'nın hükümdarlarından biri tarafından yazdırılmıştır.
O güne kadar okunamamış Demotik ve Hiyeroglif alfabelerinin yanı sıra, okunabilen Yunanca bir metnin de aynı taş üzerinde bulunması ile tek bir metnin üç ayrı dilde yazılmış olduğu görüşü pek çok araştırmacının ilgisini çekmiştir. Taşın ve dolayısıyla Hiyeroglifin sırrını çözen araştırmacı, 1822 yılında, eski Mısır yazılarının güncel koptik diline benzediğini ortaya koyan araştırmacı Jean-Francois Champollion olmuştur.
Yazıtın Yunanca kısmını Hiyerogliflerle kıyaslayan Champollion'a Demotik alfabesini 1914 yılında çözen İngiliz Thomas Young'ın çalışmaları da yardımcı olmuştur.
Eski Mısır'a ait yazıların çözülmesi ile birlikte Egyptology diye adlandırılan Eski Mısır bilimi doğmuş ve geçmiş yüzyılların açıklığa kavuşması kolaylaşmıştır. İngiliz kolleksiyoncuların eline geçen taş, günümüzde British Museum'da sergilenmektedir
Taş, belli başlı üç Mısır tapınağına gönderilmek amacıyla ve üç dilde yazılmış. Bu diller: Demotik (Mısır'da halkın kullandığı dil), Hiyeroglif ve Antik Yunanca.
Böylece Mısır halkı ile Mısır asilleri ve Yunanlılar bu antlaşmayı rahatlıkla okuyabilmişlerdir.
Yüzyıllar boyunca çözülemeyen bir sır olarak kalan Hiyeroglif, Napolyon'un 1798 yılındaki Mısır Seferi sırasında bulunan bu taşın yardımıyla çözülmüştür. Eski Mısır yazıları çözülmeden önce arkeologlar, Hiyerogliflerin Mısır'ın tufan'dan önceki yaşamına ait şekiller olduğunu düşünürlerdi. M.Ö. 196 yılında yazıldığı tahmin edilen bu taş adını bulunduğu Reşit (Rosetta) kasabasından almaktadır.
Ağırlığı 760 kg dan daha fazla ve 114 cm uzunluğunda, 72 cm genişliğinde, 28 cm kalınlığındaki bu taş granit ya da siyah bazalttan yapılmıştır. Büyük İskender'in Mısır'ı fethinden sonra hüküm sürmeye başlayan Ptolemaios Hanedanı'nın hükümdarlarından biri tarafından yazdırılmıştır.
O güne kadar okunamamış Demotik ve Hiyeroglif alfabelerinin yanı sıra, okunabilen Yunanca bir metnin de aynı taş üzerinde bulunması ile tek bir metnin üç ayrı dilde yazılmış olduğu görüşü pek çok araştırmacının ilgisini çekmiştir. Taşın ve dolayısıyla Hiyeroglifin sırrını çözen araştırmacı, 1822 yılında, eski Mısır yazılarının güncel koptik diline benzediğini ortaya koyan araştırmacı Jean-Francois Champollion olmuştur.
Yazıtın Yunanca kısmını Hiyerogliflerle kıyaslayan Champollion'a Demotik alfabesini 1914 yılında çözen İngiliz Thomas Young'ın çalışmaları da yardımcı olmuştur.
Eski Mısır'a ait yazıların çözülmesi ile birlikte Egyptology diye adlandırılan Eski Mısır bilimi doğmuş ve geçmiş yüzyılların açıklığa kavuşması kolaylaşmıştır. İngiliz kolleksiyoncuların eline geçen taş, günümüzde British Museum'da sergilenmektedir
*''Mutluluğun, insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını da bilmiyorum.''
Tezer ÖZLÜ, Çocukluğun Soğuk Geceleri(Sf.31)
*“Karakteriniz,şöhretinizden önemlidir. Karakteriniz,siz ne iseniz odur..Oysa şöhretiniz,başkaları sizi ne sanıyorsa odur”
John Wooden
*Burada kendimizi mahvetmek, kalplerimizi kırmak, yanlış kişileri sevmek ve ölmek için bulunuyoruz.
Moonstruck (1987)
*Erkekler; Güzel kadınlarla sevişmeyi, tatlı kadınlarla vakit geçirmeyi, akıllı kadınlarla çalışmayı, kültürlü kadınlarla tatil yapmayı severler.Kadınlar; Aşık olduğu erkekle sevişmeyi, aşık olduğu erkekle vakit geçirmeyi, aşık olduğu erkekle çalışmayı, aşık olduğu erkekle tatil yapmayı sever.
*Yüzünü görmenin vereceği acıya tahammül edebileceğinizden emin değilseniz, hayatınızdaki kişinin maskesini düşürmeden önce bir kez daha düşünün.
*"Hayattan aldığım en büyük ders: Sevgisiyle karşında sapasağlam duramayan birine, asla yaslanmayacaksın!"
-Can Yücel
*"Gidebilirsin yada beni unutabilirsin ama ben yokmuşum gibi yaparsan eğer, hiç olmamışsın gibi davranırım, kıvranırsın..!"
-Yılmaz Erdoğan
Osho - Çocuk / Kendin Olma Özgürlüğü
Anne baba koşullandırılması dünyadaki en büyük köleliktir..
''Çocuk anne babalar tarafından çirkin şekillerde koşullandırılıyor. Anne baba koşullandırması dünyadaki en büyük köleliktir. Bu tamamıyla ortadan kaldırılmalıdır. Sadece o zaman insan, ilk defa, gerçekten özgür, hakikaten özgür, sonuna kadar özgür olacaktır, çünkü çocuk insanın babasıdır.
Şayet çocuk yanlış bir şekilde büyütülürse o zaman tüm insanlık yanlış yöne gider. Çocuk tohumdur. Şayet tohumun kendisi zehirlenmişse, bozulmuşsa, o zaman özgür bir insan bireyi için hiçbir umut yoktur, o zaman bu rüya asla gerçek olamaz. Kişilik senin içinde, senin doğanın içinde anne baba, toplum, din adamı, politikacı ve eğiticiler tarafından üretilmiştir. Onların tüm amacı her çocuğu, kurumsallaşmış olan topluma uyum sağlayacak şekilde sakatlamaktadır, her çocuğu mahvetmektedir.
Bir korku vardır: Şayet çocuk en başından itibaren koşullanmadan bırakılırsa o öylesine zeki, öylesine tetikte ve farkında olacaktır ki onun tüm yaşam tarzı bir başkaldırı olacaktır. Ve hiç kimse asileri istemez; herkes boyun eğen insanlar ister. Anne babalar boyun eğen çocukları sever ve unutma ki boyun eğen çocuk en aptal olandır. Başkaldıran çocuk ise zeki olandır ama ona saygı duyulmaz ya da o sevilmez. Öğretmenler onu sevmez, toplum ona saygı göstermez; o kötülenir. Ben ise senin çocuklara saygı duymanı isterim.''
''Çocuk anne babalar tarafından çirkin şekillerde koşullandırılıyor. Anne baba koşullandırması dünyadaki en büyük köleliktir. Bu tamamıyla ortadan kaldırılmalıdır. Sadece o zaman insan, ilk defa, gerçekten özgür, hakikaten özgür, sonuna kadar özgür olacaktır, çünkü çocuk insanın babasıdır.
Şayet çocuk yanlış bir şekilde büyütülürse o zaman tüm insanlık yanlış yöne gider. Çocuk tohumdur. Şayet tohumun kendisi zehirlenmişse, bozulmuşsa, o zaman özgür bir insan bireyi için hiçbir umut yoktur, o zaman bu rüya asla gerçek olamaz. Kişilik senin içinde, senin doğanın içinde anne baba, toplum, din adamı, politikacı ve eğiticiler tarafından üretilmiştir. Onların tüm amacı her çocuğu, kurumsallaşmış olan topluma uyum sağlayacak şekilde sakatlamaktadır, her çocuğu mahvetmektedir.
Bir korku vardır: Şayet çocuk en başından itibaren koşullanmadan bırakılırsa o öylesine zeki, öylesine tetikte ve farkında olacaktır ki onun tüm yaşam tarzı bir başkaldırı olacaktır. Ve hiç kimse asileri istemez; herkes boyun eğen insanlar ister. Anne babalar boyun eğen çocukları sever ve unutma ki boyun eğen çocuk en aptal olandır. Başkaldıran çocuk ise zeki olandır ama ona saygı duyulmaz ya da o sevilmez. Öğretmenler onu sevmez, toplum ona saygı göstermez; o kötülenir. Ben ise senin çocuklara saygı duymanı isterim.''
*Tüm gördüğümüz ve göründüğümüz
Yalnızca bir düşün içinde bir düş.
Edgar Allan Poe
Yalnızca bir düşün içinde bir düş.
Edgar Allan Poe
*İnsanlar da ülkelere benziyor;Sınırları var, yüzölçümleri.
Yasaları var, bayrakları, ilkeleri.
Kimi dağlık bir arazidir,
Kimi kıraç,
Kimi bereketli.
Kimi dardır. Kimi engin göz alabildiğince,
Kiminin sınırlarından sıkı pasaport denetimiyle girilebilir.
Elini kolunu sallayarak girersin kiminden içeri.
Sonuçta ne küçümse insanları kızım,
Ne de önemse gereğinden çok.
Ama anlamaya çalış.
Nedir ve ne kadar genişleyebilir yüzölçümleri.
| Ataol Behramoğlu |
*''Hayat herhalde bir katakulli değildi. Ama neydi? Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek içmek ve koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı..''
Yasaları var, bayrakları, ilkeleri.
Kimi dağlık bir arazidir,
Kimi kıraç,
Kimi bereketli.
Kimi dardır. Kimi engin göz alabildiğince,
Kiminin sınırlarından sıkı pasaport denetimiyle girilebilir.
Elini kolunu sallayarak girersin kiminden içeri.
Sonuçta ne küçümse insanları kızım,
Ne de önemse gereğinden çok.
Ama anlamaya çalış.
Nedir ve ne kadar genişleyebilir yüzölçümleri.
| Ataol Behramoğlu |
*''Hayat herhalde bir katakulli değildi. Ama neydi? Bu hayatın bir manası olmak icap ederdi. İnsan dünyaya sadece yemek içmek ve koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı..''
Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan
*''İşte adaşım, sana seven bir Çingene’nin hikayesi.Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir…
Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.''
Sabahattin Ali, Değirmen, sn. 23-24
*''İşte adaşım, sana seven bir Çingene’nin hikayesi.Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir…
Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir.''
Sabahattin Ali, Değirmen, sn. 23-24
Kadınları mutlu etmek zor değildir aslında, yeter ki samimi olun onlara.
Çiçek almayı unuttum değil; param yoktu deyin mesela.
Patron mesaiye bıraktı değil, arkadaşlarla çıkacağız deyin onlara.
Arkadaşlarınızla çıkmanıza kızıp, dudak düşürüyorlarsa da; sizle daha çok vakit geçirmek içindir o tafralar da.
Yoksa turşunuzu kurmayacaklar;emin olun hiç bir zaman asla.
Aldığınız çiçekler değildir onları mutlu eden, duygularınızı somutlaştırıp kalbinizi ellerine bırakıvermenizdir; yüzlerindeki çocukça tebessümü ettiren.
Ve kalbinizin çiçeklere dönüşmüş halidir onları güldüren.
Bu yüzden vazgeçemez kadınlar çiçeklerden, o çiçekleri kalbinize benzettiklerinden.
Yoksa çiçek çokta önemli değildir, zira ben hiç görmedim kadınlardan çiçek yiyen.
Sahiplenilmeyi sever kadınlar; "kendi ayakları üstünde durma felsefeleri" güçlü görünme kaygısından.
Hesap sorar gibi değil, tebessümle "nerdeydin" dediğiniz zaman; size tüm günü anlatıverirler o an.
Ama sıkıldığınızı belli etmeyin; otobüste bi kaç durak ayakta gittikten sonra, biraz oturup tekrar yaşlı teyzeye yer vermek zorunda kaldığını da anlattığı zaman.
Dinlenilmeyi sever kadınlar; düşüncelerine değer verildiğinde eşsiz bir huzura kavuşurlar.
Düşüncelerine değer verdiğiniz an, yine karlı çıkan siz olursunuz o zaman, sizi yere göğe sığdıramazlar; o kadar büyürtürler ki taşırırlar sizi odalardan sokaktan.
Çocuktur aslında bütün kadınlar; bu yüzdendir nazlanmalar; elinde değildir ki; hala içindedir elinde pamuk şekeri saçında kurdelayla koşturan küçük kızlar.
Ve annedir bütün kadınlar; bu yüzden her zaman sizden bir adım ötede yaşarlar; çünkü geleceğinizi onlar kurarlar.
Çiçek almayı unuttum değil; param yoktu deyin mesela.
Patron mesaiye bıraktı değil, arkadaşlarla çıkacağız deyin onlara.
Arkadaşlarınızla çıkmanıza kızıp, dudak düşürüyorlarsa da; sizle daha çok vakit geçirmek içindir o tafralar da.
Yoksa turşunuzu kurmayacaklar;emin olun hiç bir zaman asla.
Aldığınız çiçekler değildir onları mutlu eden, duygularınızı somutlaştırıp kalbinizi ellerine bırakıvermenizdir; yüzlerindeki çocukça tebessümü ettiren.
Ve kalbinizin çiçeklere dönüşmüş halidir onları güldüren.
Bu yüzden vazgeçemez kadınlar çiçeklerden, o çiçekleri kalbinize benzettiklerinden.
Yoksa çiçek çokta önemli değildir, zira ben hiç görmedim kadınlardan çiçek yiyen.
Sahiplenilmeyi sever kadınlar; "kendi ayakları üstünde durma felsefeleri" güçlü görünme kaygısından.
Hesap sorar gibi değil, tebessümle "nerdeydin" dediğiniz zaman; size tüm günü anlatıverirler o an.
Ama sıkıldığınızı belli etmeyin; otobüste bi kaç durak ayakta gittikten sonra, biraz oturup tekrar yaşlı teyzeye yer vermek zorunda kaldığını da anlattığı zaman.
Dinlenilmeyi sever kadınlar; düşüncelerine değer verildiğinde eşsiz bir huzura kavuşurlar.
Düşüncelerine değer verdiğiniz an, yine karlı çıkan siz olursunuz o zaman, sizi yere göğe sığdıramazlar; o kadar büyürtürler ki taşırırlar sizi odalardan sokaktan.
Çocuktur aslında bütün kadınlar; bu yüzdendir nazlanmalar; elinde değildir ki; hala içindedir elinde pamuk şekeri saçında kurdelayla koşturan küçük kızlar.
Ve annedir bütün kadınlar; bu yüzden her zaman sizden bir adım ötede yaşarlar; çünkü geleceğinizi onlar kurarlar.
"Ben anlatmak, filan falan demek istemiyorum. Sonum geldi Olric.. Kendime yeni bir önsöz yazmak istiyorum. Yeni bir dil yaratmak istiyorum. Beni kendime anlatacak bir dil. Çok denediler, efendimiz. Allah’tan ne denediklerini bilmiyorum, Olric. Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim. Olmaz diyorlar. İsyan ediyorum. Az gelişmiş bir ülkenin fakir bir kültür mirası olurmuş. Bu mirası reddediyorum Olric.
Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve sankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz.
Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı! Biz geldik! Korkudan dudağınız uçuklamasın."
(Oğuz Atay - Tutunamayanlar)
Ben Karagöz filan değilim. Herkes birikmiş bizi seyrediyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz. Kapı kapı dolaşıp dileniyoruz. Son kapıya geldik. İnsaf sahiplerine sesleniyoruz. Ey insaf sahipleri! Ben ve Olric sizleri sarsmaya geldik. Dünya tarihinde eşi görülmemiş bir duygululukla ve kendini beğenmişçesine ve sankibizdenöncebirşeysöylenmemişçesinegillerden olmaktan korkmadan kapınızı yumrukluyoruz.
Dilenciler krallığının en küstah soylusu olarak kişiliğimizi burnunuza dayıyoruz. Dinden imandan çıktık. Deli dervişler gibi saldırıyoruz. Açın kapıyı! Biz geldik! Korkudan dudağınız uçuklamasın."
(Oğuz Atay - Tutunamayanlar)
Her insan öldürür gene de
sevdiğini
Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
Kiminin ters bakışından gelir ölüm,
Kiminin iltifatından,
Korkağın öpücüğünden,
Cesurun kılıcından!
Kimisi aşkını gençlikte
öldürür,
Yaşını başını almışken kimi;
Biri Şehvet'in elleriyle
boğazlar,
Birinin altındır elleri,
Yumuşak kalpli bıçak kullanır
Çünkü ceset soğur hemen.
Kimi pek az sever, kimi derinden,
Biri müşteridir, diğeri satıcı;
Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi,
Kiminden ne bir ah, ne bir figan:
Çünkü her insan öldürür
sevdiğini,
Gene de ölmez insan.
Oscar Wilde
sevdiğini
Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
Kiminin ters bakışından gelir ölüm,
Kiminin iltifatından,
Korkağın öpücüğünden,
Cesurun kılıcından!
Kimisi aşkını gençlikte
öldürür,
Yaşını başını almışken kimi;
Biri Şehvet'in elleriyle
boğazlar,
Birinin altındır elleri,
Yumuşak kalpli bıçak kullanır
Çünkü ceset soğur hemen.
Kimi pek az sever, kimi derinden,
Biri müşteridir, diğeri satıcı;
Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi,
Kiminden ne bir ah, ne bir figan:
Çünkü her insan öldürür
sevdiğini,
Gene de ölmez insan.
Oscar Wilde
*Şeytan insanları olduklarından daha kötü
yapabileceğini sanıyorsa, çok iyimser demektir.
● | Karl Kraus |
*”Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor. Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok. Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız. Bunları ne diye, neyin uğruna feda ettik? Hiç!
Her şey bitti mi? Zannetmem.
…
Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak kalmak lazım. Ta birbirimizi tekrar görme ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar.
Belki tekrar dost olur ve bu sefer daha akıllı davranırız. Birbirimizden, verebileceğimizden fazla şeyler beklemeyiz ve istemeyiz.”
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna
*"Bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza da o kadar yakın olur; işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar."
yapabileceğini sanıyorsa, çok iyimser demektir.
● | Karl Kraus |
*”Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor. Bundan sonra kendimizi aldatmaya lüzum yok. Artık eskisi gibi apaçık konuşamayız. Bunları ne diye, neyin uğruna feda ettik? Hiç!
Her şey bitti mi? Zannetmem.
…
Yalnız bir müddet dinlenmek ve birbirimizden uzak kalmak lazım. Ta birbirimizi tekrar görme ihtiyacını şiddetle duyuncaya kadar.
Belki tekrar dost olur ve bu sefer daha akıllı davranırız. Birbirimizden, verebileceğimizden fazla şeyler beklemeyiz ve istemeyiz.”
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna
*"Bir insan kendini ne kadar sınırlarsa, öte yandan sonsuza da o kadar yakın olur; işte böyle görünüşte dünyadan kopuk yaşayanlar, özel yapıları içinde karınca gibi, dünyanın tuhaf ve eşi benzeri olmayan bir maketini kurarlar."
Stefan Zweig, Satranç
*-“Aramızdaki temel fark ne biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun!”
-“Peki sen ne görüyorsun bakalım?”
-“İnsan sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan.”
Zülfü Livaneli, Serenad
*-“Aramızdaki temel fark ne biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun!”
-“Peki sen ne görüyorsun bakalım?”
-“İnsan sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan.”
Zülfü Livaneli, Serenad
Kış Günlüğü/Paul Aster
*Yazmak gövdede başlar, gövdenin müziğidir ve sözcüklerin anlamı varsa, bazen anlamlı olabilirlerse, sözün müziği anlamların başladığı yerdir.
*Hepimiz kendimize yabancıyız; kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var.
*Bir panik atak, şehrin sokaklarındaki soluksuz koşuya çevrilmiş; çünkü panik zihinsel kaçışın bir ifadesidir; köşeye sıkıştığın, gerçek kaldıramayacağın kadar ağır geldiği, bu kaçınılmaz gerçeğin haksızlığına karşı koyamadığın zaman içinde kabaran sınırsız güçtür; o yüzden dehşete verebileceğin tek tepki kaçmak, kendini soluk soluğa seyirten, çılgınlaşmış bir bedene dönüştürerek aklının kapılarını kapatmaktır; hangi gerçek bundan daha korkunç olabilir? Birkaç saat ya da birkaç gün içinde ölmeye mahkum olmak, hiç mi hiç anlayamadığın nedenler yüzünden hayatının yarı yerinde bitmek, yaşamının bir anda bir avuç dakikaya, saniyeye, kalp atışına indirgenmesi.
Güneşin parladığı, çamaşırların çabucak kuruduğu, camcıların, onarım işlerinin, işçi tazminatlarının ya da su basan bodrumların olmadığı bir yer vardır daima.
*"Yazmak, dansın daha az gelişmiş biçimidir."
*İnsanın, sahtesi olmayan tek niteliği zekasıdır.
*Hepimiz kendimize yabancıyız; kim olduğumuzla ilgili algılarımız ise yalnızca başkalarının gözlerinin içinde yaşadığımız kadarıyla var.
*Bir panik atak, şehrin sokaklarındaki soluksuz koşuya çevrilmiş; çünkü panik zihinsel kaçışın bir ifadesidir; köşeye sıkıştığın, gerçek kaldıramayacağın kadar ağır geldiği, bu kaçınılmaz gerçeğin haksızlığına karşı koyamadığın zaman içinde kabaran sınırsız güçtür; o yüzden dehşete verebileceğin tek tepki kaçmak, kendini soluk soluğa seyirten, çılgınlaşmış bir bedene dönüştürerek aklının kapılarını kapatmaktır; hangi gerçek bundan daha korkunç olabilir? Birkaç saat ya da birkaç gün içinde ölmeye mahkum olmak, hiç mi hiç anlayamadığın nedenler yüzünden hayatının yarı yerinde bitmek, yaşamının bir anda bir avuç dakikaya, saniyeye, kalp atışına indirgenmesi.
Güneşin parladığı, çamaşırların çabucak kuruduğu, camcıların, onarım işlerinin, işçi tazminatlarının ya da su basan bodrumların olmadığı bir yer vardır daima.
*"Yazmak, dansın daha az gelişmiş biçimidir."
*İnsanın, sahtesi olmayan tek niteliği zekasıdır.
Yaşlı Rind'in Ölümü/Mehmed Uzun
*Sözcükler insanların birbirlerini gördükleri mekanlara dönüştüler. Bu mekanlarda özgürlük en temel güçtür ve ilişki kurma, konuşma, birbirini anlama hayatın temel etkinliğidir. En önemlisi, bu mekanlar insanları aynı dünyada buluşturur. Öyle bir dünya ki, sözcük ve iş, söz ve eylem birbirini tamamlar ve eşitlenir. O, işte böyle bir eşitlik üstüne inşa edilir. Mekanlar birbirlerine muhtaçtırlar; insan da bu mekanlara muhtaçtır. İnsan bu mekanların yardımıyla yaratabilir, kurabilir, yeniden oluşturabilir. İnsan bu mekanların içinde değilse sözcükleri tanıyamaz, onları yeniden diriltemez. İnsan her zaman yeni bir hayat vermeli sözcüklere ve onları yeni bir hayatla geliştirmeli. Bu mekanlar sıcaktır ve bizim içindir, insanlar içindir. İnsan bu mekanlara sığınabilir, zor ve zorbalıktan uzaklaşabilir. Ama bugün acıyla görüyoruz ki egemenler, katiller, kan emiciler bu mekanları kendi kirli amaçları için kullanmak istemektedirler. Bu, bizi yaralıyor, büyük bir acı veriyor bize.
*Hayat, tesadüflerin güzel renkleriyle boyanmış bir tablodur.Her gezi, her gidiş, her yolculuk güzel bir şiir gibi dalgalanır yürekte ve güzel, yeni şeyler keşfetme imkanı sunar. Bütün iyi, süslü, güzel şeyler yolculuklarda olgunlaşır.
Savaşlar, haksız savaşlar; çılgınlık, alçaklık, kötülük ve zayıflığın en aşağılık mertebesidir.
İnsan, hiçbir şeyi unutmaması gereken yerde birden çok şey kaybeder.
Kendi kökünden ve izinden, toprağından ve dilinden kopma. Onlar bu kötü, naçar hayatımızda mutluluğumuzun pınarlarıdır.
Yazmak, yazı da bir tür yolculuktur. Deniz dalgaları arasında bir yolculuk. Yolumuzu bulabilmek, doğru yola girmek için deniz dalgalarına karşı savaşırız. Yaşanmış şeyleri yeniden diriltmek istediğimizde gereklidir bu savaş.
*İnsan yalnızlığın ağır perdesi altında sözcüklerle derin ve duygu dolu bir dostluk kurabilir.İnsan, kendini insanlarda bulunan bazı şeylerden kurtarmalı.
Bazı konuşmalar bazen saatlerce, günlerce, haftalarca devam eder; ama canlı değildirler; insanı sarsmaz, mest etmezler; yürekte, beyinde dalgalanmazlar. Bu tür konuşmalar yapılır, sonra kaybolup giderler. İz bırakmadan giderler. İnsan onların izini süremez. Böylesi konuşmalar ölü bir yıldızda yürümek gibidir; bir dolaşma, çıplak ayaklı bir gezinti gibidir. Orada her şey ölüdür, sönüktür, diriltilecek, keşfedilecek bir şey kalmamıştır.
Topraktan daha iyi, daha güzel ve daha mukaddes bir şey yoktur.
*Hayat, tesadüflerin güzel renkleriyle boyanmış bir tablodur.Her gezi, her gidiş, her yolculuk güzel bir şiir gibi dalgalanır yürekte ve güzel, yeni şeyler keşfetme imkanı sunar. Bütün iyi, süslü, güzel şeyler yolculuklarda olgunlaşır.
Savaşlar, haksız savaşlar; çılgınlık, alçaklık, kötülük ve zayıflığın en aşağılık mertebesidir.
İnsan, hiçbir şeyi unutmaması gereken yerde birden çok şey kaybeder.
Kendi kökünden ve izinden, toprağından ve dilinden kopma. Onlar bu kötü, naçar hayatımızda mutluluğumuzun pınarlarıdır.
Yazmak, yazı da bir tür yolculuktur. Deniz dalgaları arasında bir yolculuk. Yolumuzu bulabilmek, doğru yola girmek için deniz dalgalarına karşı savaşırız. Yaşanmış şeyleri yeniden diriltmek istediğimizde gereklidir bu savaş.
*İnsan yalnızlığın ağır perdesi altında sözcüklerle derin ve duygu dolu bir dostluk kurabilir.İnsan, kendini insanlarda bulunan bazı şeylerden kurtarmalı.
Bazı konuşmalar bazen saatlerce, günlerce, haftalarca devam eder; ama canlı değildirler; insanı sarsmaz, mest etmezler; yürekte, beyinde dalgalanmazlar. Bu tür konuşmalar yapılır, sonra kaybolup giderler. İz bırakmadan giderler. İnsan onların izini süremez. Böylesi konuşmalar ölü bir yıldızda yürümek gibidir; bir dolaşma, çıplak ayaklı bir gezinti gibidir. Orada her şey ölüdür, sönüktür, diriltilecek, keşfedilecek bir şey kalmamıştır.
Topraktan daha iyi, daha güzel ve daha mukaddes bir şey yoktur.
Rotterdamlı Erasmus/Stefan Zweig
Kendini hiçbir dogmaya adamayan ve hiçbir taraftan yana olmayan özgür ve bağımsız düşünüre, yeryüzünün hiçbir yerinde vatan yoktur.
Hiçbir düşünce, tek başına gerçekliğin bütününü oluşturamaz; ama her insan, başlı başına bir gerçektir.
Nesnel kişiliklerin kendilerine güvenleri azdır. Kendi görüşlerinden kolaylıkla kuşkuya düşerler ve hasımlarının kanıtlarını en azından gözden geçirmeye her zaman hazırdırlar.
Yalnız ve yalnız toplumun esenliğini amaç edinen bir ideal, geniş halk kitleleri için hiçbir zaman tümüyle yeterli olamaz; ucuz kafaların var olduğu yerde, salt sevginin yanı sıra nefret de o karanlık hakkını ileri sürer ve bireyin, ortaya atılan her düşünceden en kısa sürede kendi kişisel çıkarını sağlama eğilimini belirginleştirir. Somut olan, elle tutulup gözle görülebilen, her zaman kitleye soyut olandan daha kolaylıkla nüfuz eder; onun içindir ki bir ideal yerine somut nitelik taşıyan, yöneltilebilen, başka bir sınıfa, ırka ya da dine dönük düşmanlığı dile getiren sloganlar siyaset pazarında daha çabuk benimsenir. Çünkü bağnazlığın öldürücü ateşini körükleyebilecek en büyük güç nefrettir.
Herkes, kaderinin hazırladığı trajediyi yaşar.
Bütün tutkuların kaderi, günün birinde gevşemektir; her türlü bağnazlığın varabileceği nokta, günün birinde kendi başını yemektir. Akıl ise beklemeyi ve direnmeyi bilir. Kimi zaman, çevresindekiler sarhoşluk içerisinde tozuttuklarında susmak zorunda kalır. Ama kendi sesini duyuracağı günün de geleceğini bilir; çünkü hep gelmiştir.
Özgür ve önyargısız bir kafanın hiç kimseye aldırmaksızın elini değdirdiği her şey, artık çoktan eskimiş tasarımların kafesinde yaşayan bir dünya için yepyeni bir görünüm kazanır. Çünkü bağımsız düşünebilen kişi, aynı zamanda başkaları için de en iyi ve en destekleyici biçimde düşünmüş olur.
Hiçbir düşünce, tek başına gerçekliğin bütününü oluşturamaz; ama her insan, başlı başına bir gerçektir.
Nesnel kişiliklerin kendilerine güvenleri azdır. Kendi görüşlerinden kolaylıkla kuşkuya düşerler ve hasımlarının kanıtlarını en azından gözden geçirmeye her zaman hazırdırlar.
Yalnız ve yalnız toplumun esenliğini amaç edinen bir ideal, geniş halk kitleleri için hiçbir zaman tümüyle yeterli olamaz; ucuz kafaların var olduğu yerde, salt sevginin yanı sıra nefret de o karanlık hakkını ileri sürer ve bireyin, ortaya atılan her düşünceden en kısa sürede kendi kişisel çıkarını sağlama eğilimini belirginleştirir. Somut olan, elle tutulup gözle görülebilen, her zaman kitleye soyut olandan daha kolaylıkla nüfuz eder; onun içindir ki bir ideal yerine somut nitelik taşıyan, yöneltilebilen, başka bir sınıfa, ırka ya da dine dönük düşmanlığı dile getiren sloganlar siyaset pazarında daha çabuk benimsenir. Çünkü bağnazlığın öldürücü ateşini körükleyebilecek en büyük güç nefrettir.
Herkes, kaderinin hazırladığı trajediyi yaşar.
Bütün tutkuların kaderi, günün birinde gevşemektir; her türlü bağnazlığın varabileceği nokta, günün birinde kendi başını yemektir. Akıl ise beklemeyi ve direnmeyi bilir. Kimi zaman, çevresindekiler sarhoşluk içerisinde tozuttuklarında susmak zorunda kalır. Ama kendi sesini duyuracağı günün de geleceğini bilir; çünkü hep gelmiştir.
Özgür ve önyargısız bir kafanın hiç kimseye aldırmaksızın elini değdirdiği her şey, artık çoktan eskimiş tasarımların kafesinde yaşayan bir dünya için yepyeni bir görünüm kazanır. Çünkü bağımsız düşünebilen kişi, aynı zamanda başkaları için de en iyi ve en destekleyici biçimde düşünmüş olur.
Rotterdamlı Erasmus/Stefan Zweig
Erasmus: Delilik olmadığı takdirde, yaşamda herhangi bir beraberlik ne zevkli ne de sürekli olabilir; birbirlerini bazen aldatmadıkları, bazen birbirlerinin yüzüne gülüp akıllıca ödün vermeyi beceremedikleri ve son olarak da bütün bunlara bir tutam delilikle lezzet katılmadığı takdirde, ne halk uzun süre hükümdarına ne efendi uşağına ne hizmetçi saygıdeğer hanımına ne öğretmen öğrencisine ne dost dostuna ne karı kocasına ne hancı müşterisine ne de yol arkadaşları birbirlerine dayanabilirlerdi; kısacası kimse kimseyle geçinemezdi.
Sophokles: Hayat, ancak anlaşılmadığı takdirde zevklidir.
Akıl her zaman yalnızca düzenleyici bir güçtür; ama hiçbir zaman tek başına yaratıcı bir güç değildir; asıl üretici yan, gerçekten de hep bir deliliğin varlığını şart kılar.
Erasmus: Savaşın en büyük yükü, bu savaşın hiç ilgilendirmediği kişilerin sırtına biner ve savaşta herhangi bir başarı söz konusu olsa bile, taraflardan birinin mutluluğu, öteki tarafın zararı ve yıkımı demektir.
Erasmus: Her savaştan bir başkası, bir savaştan bir ikincisi doğar.
Yön verici güçlerin, yani kaderin ve ölümün insanlara uyarısız yaklaştıkları enderdir. Bunlar her defasında yüzü örtülü, sessiz bir haberci gönderirler ve kendisine haberci gönderilen, hemen her zaman yöneltilen esrarlı seslenişi duymazdan gelir.
Tarafsız kişi, taraf tutan için her zaman en iyi bayraktır.
Erasmus: Her zaman gerçeği olduğu gibi söylemek zorunluluğu yoktur. Önemli olan, gerçeğin açıklanış biçimidir.
Tarafsız olan, her zaman kavgaların en acımasızı ile karşı karşıya kalır.
Erasmus: Daha sessiz ve güvenlik verici bir yoldan gitmek, bana düşünce açısından daha uygun gelen bir davranıştır. İkilikten nefret etmekten, barışı ve uzlaşmayı sevmekten başkaca bir şey elimden gelmez. Çünkü insanlar arasındaki sorunların ne denli karanlık olduğunu anladım bir kez. Kargaşa çıkarmanın, bastırmaktan çok daha kolay olduğunu biliyorum. Ve kendi aklıma her alanda güvenmediğimden, başkalarının manevi yanı üzerine kesin konuşmaktan kaçınmayı yeğliyorum. Ben özgürlüğü seviyorum; bundan ötürü herhangi bir zamanda şu ya da bu partiye hizmet etmek ne elimden gelir ne de böyle bir şey yapmak isterim.
Martin Luther: Prenslerin safında ölen, kutsal bir din savaşçısı olarak cennete gidecek; ötekilerin safında ölenlerin ruhları ise şeytanın olacaktır. Bu gibilerini herkes boğmalı, hançerlemeli, açıkça meydan okuyarak ya da tuzağa düşürerek öldürmeli, bu arada bir asiden daha zehirli, zararlı ve şeytani bir varlık olamayacağı düşünülmelidir. Eşek sopayla, halk denen güruh ise kaba güçle yola getirilir.
Özgür yaşanmışsa, özgür ölünmelidir! Özgür ve sıradan giysiler içinde, hiçbir işaret takmaksızın ve bu dünyanın sunacağı tüm onurlandırmalardan uzak, bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgür insanlar gibi yalnız ölmek.
Sophokles: Hayat, ancak anlaşılmadığı takdirde zevklidir.
Akıl her zaman yalnızca düzenleyici bir güçtür; ama hiçbir zaman tek başına yaratıcı bir güç değildir; asıl üretici yan, gerçekten de hep bir deliliğin varlığını şart kılar.
Erasmus: Savaşın en büyük yükü, bu savaşın hiç ilgilendirmediği kişilerin sırtına biner ve savaşta herhangi bir başarı söz konusu olsa bile, taraflardan birinin mutluluğu, öteki tarafın zararı ve yıkımı demektir.
Erasmus: Her savaştan bir başkası, bir savaştan bir ikincisi doğar.
Yön verici güçlerin, yani kaderin ve ölümün insanlara uyarısız yaklaştıkları enderdir. Bunlar her defasında yüzü örtülü, sessiz bir haberci gönderirler ve kendisine haberci gönderilen, hemen her zaman yöneltilen esrarlı seslenişi duymazdan gelir.
Tarafsız kişi, taraf tutan için her zaman en iyi bayraktır.
Erasmus: Her zaman gerçeği olduğu gibi söylemek zorunluluğu yoktur. Önemli olan, gerçeğin açıklanış biçimidir.
Tarafsız olan, her zaman kavgaların en acımasızı ile karşı karşıya kalır.
Erasmus: Daha sessiz ve güvenlik verici bir yoldan gitmek, bana düşünce açısından daha uygun gelen bir davranıştır. İkilikten nefret etmekten, barışı ve uzlaşmayı sevmekten başkaca bir şey elimden gelmez. Çünkü insanlar arasındaki sorunların ne denli karanlık olduğunu anladım bir kez. Kargaşa çıkarmanın, bastırmaktan çok daha kolay olduğunu biliyorum. Ve kendi aklıma her alanda güvenmediğimden, başkalarının manevi yanı üzerine kesin konuşmaktan kaçınmayı yeğliyorum. Ben özgürlüğü seviyorum; bundan ötürü herhangi bir zamanda şu ya da bu partiye hizmet etmek ne elimden gelir ne de böyle bir şey yapmak isterim.
Martin Luther: Prenslerin safında ölen, kutsal bir din savaşçısı olarak cennete gidecek; ötekilerin safında ölenlerin ruhları ise şeytanın olacaktır. Bu gibilerini herkes boğmalı, hançerlemeli, açıkça meydan okuyarak ya da tuzağa düşürerek öldürmeli, bu arada bir asiden daha zehirli, zararlı ve şeytani bir varlık olamayacağı düşünülmelidir. Eşek sopayla, halk denen güruh ise kaba güçle yola getirilir.
Özgür yaşanmışsa, özgür ölünmelidir! Özgür ve sıradan giysiler içinde, hiçbir işaret takmaksızın ve bu dünyanın sunacağı tüm onurlandırmalardan uzak, bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgür insanlar gibi yalnız ölmek.
Pedagog/Arthur Schopenhauer
Sıradan toplum, her kornonun yalnızca bir sesi çıkardığı ve ancak hepsinin aynı anda ses çıkarmasıyla bir müziğin oluştuğu Rus korno müziğine benzer. Çünkü, insanların çoğunun aklı ve zihni böyle teksesli bir korno gibi tekdüzedir. İnsanların çoğu, ezelden beri yalnızca tek bir sese, aynı düşünceye sahipmişler gibi, başka bir şeyi düşünemezlermiş gibi görünürler. Buradan, insanların sadece neden böyle can sıkıcı oldukları değil, neden böyle arkadaş canlısı oldukları ve sürü gibi dolaşmaya bayıldıkları da açıklanmış olur: İnsanoğlunun sürü hayvanı doğası. Her bir insana katlanılmaz gelen şey, kendi özünün monotonluğudur. Her budalalık, kendi sıkıntısından mustariptir.
Buna karşın, zihinsel dünyası zengin bir insan, tek başına konser veren bir virtüöze ya da piyanoya benzetilebilir. Nasıl ki piyano kendi başına küçük bir orkestraysa, bu insan da kendi başına küçük bir dünyadır ve ötekilerin ancak bir arada oluşturdukları şeyi, o kendi bilincinin bütünlüğü içinde oluşturur. Bir piyano gibi, o da senfoninin bir parçası değidlir, soloya ve yalnızlığa uygundur. Onlarla birlikte çalması gerektiğinde ancak piyano gibi eşlik edilmesi gereken esas ses olabilir ya da vokal müzikteki piyano gibi ses verebilir. Toplumu seven kişi için, ilişkide bulunduğu kişilerdeki nitelik eksikliğinin, nicelikle bir ölçüde giderilmesi gerekir. Zihinsel dünyası zengin tek bir insanla ilişki yeterli olabilir; ama sıradan insan türününden başkasını bulması mümkün değilse. O zaman çeşitlilik ve birliktelik sayesinde bir şeylerin ortaya çıkabilmesi açısından, böyle yeterince çok sayıda insanla ilişki içinde olması -sözü edilen korno müzik benzetmesine göre- iyidir ve bir de Tanrı ona sabır vermelidir.
Büyük kafalar söz konusu olduğunda, tüm insan soyunun bu asıl eğiticilerinin, tıpkı etrafında gürültü yapan çocuk sürüsünün oyununa karışmak eğiliminde olmayan bir pedagog gibi, başka insanlara eğilim duymamaları elbette çok doğaldır. Çünkü onları yanılgılar denizinde doğru yola sevk etmek için ve hamlıklarının ve bayağılıklarının karanlık uçurumundan ışığa, kültüre ve soylulaşmaya çekmek için dünyaya gelmiş olanların, onların arasında; ama onlara ait olmadan yaşaması gereklidir. Bu yüzden, gençliklerinden başlayarak, ötekilerden belirgin bir biçimde değişik varlıklar olduklarını duyumsarlar; ama ancak yavaş yavaş, yılların içinden geçerek durumun açık bir bilgisine ulaşırlar; bundan sonra ötekilerden zihinsel uzaklıklarının yanı sıra fiziksel bir uzaklığın bulunmasını ve kendisi de genel sıradanlıktan az ya da çok dışlanmış bulunmayan hiç kimsenin onlara yaklaşmamasını da isterler.
Buna karşın, zihinsel dünyası zengin bir insan, tek başına konser veren bir virtüöze ya da piyanoya benzetilebilir. Nasıl ki piyano kendi başına küçük bir orkestraysa, bu insan da kendi başına küçük bir dünyadır ve ötekilerin ancak bir arada oluşturdukları şeyi, o kendi bilincinin bütünlüğü içinde oluşturur. Bir piyano gibi, o da senfoninin bir parçası değidlir, soloya ve yalnızlığa uygundur. Onlarla birlikte çalması gerektiğinde ancak piyano gibi eşlik edilmesi gereken esas ses olabilir ya da vokal müzikteki piyano gibi ses verebilir. Toplumu seven kişi için, ilişkide bulunduğu kişilerdeki nitelik eksikliğinin, nicelikle bir ölçüde giderilmesi gerekir. Zihinsel dünyası zengin tek bir insanla ilişki yeterli olabilir; ama sıradan insan türününden başkasını bulması mümkün değilse. O zaman çeşitlilik ve birliktelik sayesinde bir şeylerin ortaya çıkabilmesi açısından, böyle yeterince çok sayıda insanla ilişki içinde olması -sözü edilen korno müzik benzetmesine göre- iyidir ve bir de Tanrı ona sabır vermelidir.
Büyük kafalar söz konusu olduğunda, tüm insan soyunun bu asıl eğiticilerinin, tıpkı etrafında gürültü yapan çocuk sürüsünün oyununa karışmak eğiliminde olmayan bir pedagog gibi, başka insanlara eğilim duymamaları elbette çok doğaldır. Çünkü onları yanılgılar denizinde doğru yola sevk etmek için ve hamlıklarının ve bayağılıklarının karanlık uçurumundan ışığa, kültüre ve soylulaşmaya çekmek için dünyaya gelmiş olanların, onların arasında; ama onlara ait olmadan yaşaması gereklidir. Bu yüzden, gençliklerinden başlayarak, ötekilerden belirgin bir biçimde değişik varlıklar olduklarını duyumsarlar; ama ancak yavaş yavaş, yılların içinden geçerek durumun açık bir bilgisine ulaşırlar; bundan sonra ötekilerden zihinsel uzaklıklarının yanı sıra fiziksel bir uzaklığın bulunmasını ve kendisi de genel sıradanlıktan az ya da çok dışlanmış bulunmayan hiç kimsenin onlara yaklaşmamasını da isterler.
Maddeleşmiş Güvensizlik/Hasan Ali Toptaş
Evliliğimizin ilk yıllarında böyle bir tutkusu yoktu oysa; çarşı pazar dolaşarak arkadaşlarından işittiği ya da bir yerlerde görüp heveslendiği eften püften şeylerin peşinden koşmazdı. O zamanlar, birlikte hafta sonu gezilerine çıkar, konuşa konuşa kentin bir ucundan bir ucuna yürür, o kitapçı senin bu kitapçı benim, bıkıp usanmadan saatlerce dolaşırdık. Belediye zabıtalarının inanılmaz bir gaddarlıkla sokaktan sokağa sürdüğü kaldırım kitaplarının peşinden koşarak, "Seç: 1000-TL." tabelasının çevresine yığılan ve bilirbilmezlerce karıştırıla karıştırıla büsbütün yıpranan, yıprandıkça da kabarıp kalınlaşan kitapların içinden daha önce arayıp da bulamadığımız ya da pahalı olduğu için dükkanlardan alamadığımız kitapları tek tek seçerdik. İşbirliği yapmış iki kitap kurdu gibiydik.
Akşamlarıysa, şiir okurduk. Buhurdanlıkları eksik, alacakaranlıksız ve müritsiz bir tapınma törenine benzerdi şiir saatlerimiz. Sessizce, hiç konuşmadan karar verir, yine aynı sessizlikle hazırlanır ve dalgalanışlarını durup dinlenmeden erteleyen kocaman bir sessizlik denizinin ortasında, yavaş yavaş kendi derinliklerimize doğru çekilirdik. Ben okumaya başlamadan önce, çevremizde uçuşan sinekleri bile sustururdu karım; sonra gelip karşıma oturur ve suya dalacakmış gibi derin bir nefes alırdı. Yemyeşil gözlerini iri iri açarak öyle güzel, öyle derin ve öyle dalgın dinlerdi ki sesimi, kimi zaman şiiri mi yoksa onun yüzünü mü okuyacağımı bilemezdim. Onun da o anda kaç şiiri birden dinlediğini düşünürdüm sürekli. Kuşkusuz, üç şiiri birden dinliyor derdim; bir benim okuduğumu, bir sesimle yüzümün oluşturduğunu, bir de düşlediğini..
Evin hemen hemen her köşesinde bir yer açmıştık birlikteliğimize, bakışlarımıza ufuklar, adımlarımıza geniş geniş ovalar bağışlamıştık.
Her şey nasıl oldu da değişti ve ben bu değişikliği neden yıllar sonra fark edebildim, anlamıyorum. Görmem gerekirdi oysa; dünyamı daraltan, özellikle de içimdeki o silik hayvanın hareketlerini sınırlayan bunca eşya, akşam karanlığında gürül gürül gürüldeyen kocaman bir kamyonla getirilmemişti kapımıza; kimi ikindi tenhalığında, kimi öğle aralığında, kimi de hafta sonlarının o uyuşuk boşluğunda, tek tek taşınmıştı. Karımın bana, başkalarına ve kendine duyduğu güvensizliğin karşılığıydı hepsi. Maddeleşmiş güvensizlikti. Kuşkusuz, aldığı her eşya onun içindeki bir gediği kapatıyordu ve kimbilir ne zaman açılmıştı o gedikler, kimler açmıştı, nasıl açmıştı ve kimbilir kaç yıldan bu yana serin rüzgarlar geçiyordu oralardan? Bunları bilemezdim tabi, belki kendisi de bilmiyordu; bir sokağa onlarla bakmak, bir sokağı onlarla yürümek olağanlaşmıştı gözünde. Bu yüzden, eşyaları neden satın aldığını da düşünmüyordu. Yalnızca satın almak önemliydi onun için, sahip olmak, sahip olmayı sonsuza dek tekrarlamak, sahip olduğunu bilmek ve sahip olduğu şeylere sabah akşam dokunup durmak önemliydi. Bana öyle geliyordu ki, neleri ne kadar aldığını bile unutuyordu kimi zaman.
Her şeyi kavrayıp tıkış tıkış bir salonda içimde soluk alıp veren o sinsi hayvanla birlikte şaşkınlıktan yarı açık ağızla dikilip kaldığımda, iş işten geçmişti. Daha ilk karşılaşmamızda, karımın günün birinde böyle bir insana dönüşeceğini sezemeyişime içerlemekten başka yapılacak bir şey yoktu; çaresiz, bugünü dünden göremeyenlerin acısını çekecektim. İçinde bulunduğum koşulların yırtıcılığına kapılıp da eşyaları tek tek kapının dışına fırlatmak hiç de akıllıca bir iş değildi. Kaldı ki, onlar da yalnızca eşya değillerdi zaten; onlar, karımın beynine kök salan tutkunun eşya görünümüne bürünerek evimizin orasına burasına dağılışıydı, kokusuydu o tutkunun, dumanıydı, sisiydi ve giderek genişleyen, kalınlaşan ve kendisini yaratanla birlikte benim de üstüme çöken karanlığıydı..
"Sahip olma duygusu ruha yüktür." demiştim daha sonra.
Akşamlarıysa, şiir okurduk. Buhurdanlıkları eksik, alacakaranlıksız ve müritsiz bir tapınma törenine benzerdi şiir saatlerimiz. Sessizce, hiç konuşmadan karar verir, yine aynı sessizlikle hazırlanır ve dalgalanışlarını durup dinlenmeden erteleyen kocaman bir sessizlik denizinin ortasında, yavaş yavaş kendi derinliklerimize doğru çekilirdik. Ben okumaya başlamadan önce, çevremizde uçuşan sinekleri bile sustururdu karım; sonra gelip karşıma oturur ve suya dalacakmış gibi derin bir nefes alırdı. Yemyeşil gözlerini iri iri açarak öyle güzel, öyle derin ve öyle dalgın dinlerdi ki sesimi, kimi zaman şiiri mi yoksa onun yüzünü mü okuyacağımı bilemezdim. Onun da o anda kaç şiiri birden dinlediğini düşünürdüm sürekli. Kuşkusuz, üç şiiri birden dinliyor derdim; bir benim okuduğumu, bir sesimle yüzümün oluşturduğunu, bir de düşlediğini..
Evin hemen hemen her köşesinde bir yer açmıştık birlikteliğimize, bakışlarımıza ufuklar, adımlarımıza geniş geniş ovalar bağışlamıştık.
Her şey nasıl oldu da değişti ve ben bu değişikliği neden yıllar sonra fark edebildim, anlamıyorum. Görmem gerekirdi oysa; dünyamı daraltan, özellikle de içimdeki o silik hayvanın hareketlerini sınırlayan bunca eşya, akşam karanlığında gürül gürül gürüldeyen kocaman bir kamyonla getirilmemişti kapımıza; kimi ikindi tenhalığında, kimi öğle aralığında, kimi de hafta sonlarının o uyuşuk boşluğunda, tek tek taşınmıştı. Karımın bana, başkalarına ve kendine duyduğu güvensizliğin karşılığıydı hepsi. Maddeleşmiş güvensizlikti. Kuşkusuz, aldığı her eşya onun içindeki bir gediği kapatıyordu ve kimbilir ne zaman açılmıştı o gedikler, kimler açmıştı, nasıl açmıştı ve kimbilir kaç yıldan bu yana serin rüzgarlar geçiyordu oralardan? Bunları bilemezdim tabi, belki kendisi de bilmiyordu; bir sokağa onlarla bakmak, bir sokağı onlarla yürümek olağanlaşmıştı gözünde. Bu yüzden, eşyaları neden satın aldığını da düşünmüyordu. Yalnızca satın almak önemliydi onun için, sahip olmak, sahip olmayı sonsuza dek tekrarlamak, sahip olduğunu bilmek ve sahip olduğu şeylere sabah akşam dokunup durmak önemliydi. Bana öyle geliyordu ki, neleri ne kadar aldığını bile unutuyordu kimi zaman.
Her şeyi kavrayıp tıkış tıkış bir salonda içimde soluk alıp veren o sinsi hayvanla birlikte şaşkınlıktan yarı açık ağızla dikilip kaldığımda, iş işten geçmişti. Daha ilk karşılaşmamızda, karımın günün birinde böyle bir insana dönüşeceğini sezemeyişime içerlemekten başka yapılacak bir şey yoktu; çaresiz, bugünü dünden göremeyenlerin acısını çekecektim. İçinde bulunduğum koşulların yırtıcılığına kapılıp da eşyaları tek tek kapının dışına fırlatmak hiç de akıllıca bir iş değildi. Kaldı ki, onlar da yalnızca eşya değillerdi zaten; onlar, karımın beynine kök salan tutkunun eşya görünümüne bürünerek evimizin orasına burasına dağılışıydı, kokusuydu o tutkunun, dumanıydı, sisiydi ve giderek genişleyen, kalınlaşan ve kendisini yaratanla birlikte benim de üstüme çöken karanlığıydı..
"Sahip olma duygusu ruha yüktür." demiştim daha sonra.
Kötülük Sorunu/Cesare Pavese
İnsanlar acı çekmekten değil, onları egemenliği altına alan, onlara bu acıyı çektiren güçten yakınırlar.
Bir haksızlığa uğramanın acısı güçlendiren bir irkiltidir insan için -bir kış sabahı gibi. Canlılığımızı ve yaşama sevincimizi doruğuna ulaştırır, nesnelerle aramızdaki bağ açısından önemimizi bize yeniden kazandırır, bizi yüceltir; herhangi bir talihsizlik sonucu acı çekmekse sadece utanç verir insana.
Çok acı çekmiş olmanın karşılığı, sonradan köpekler gibi ölmektir.
Başkasından nefret eden bir insan hiçbir zaman yalnız değildir. Nefret ettiği insan her zaman onun yanındadır.
Gerçek kötülük başlangıcından beri kötü olduğu için daha da kötüleşmeyip kendi soysuzlaşması sonucu bir gün kuruyup gidecek birinden değil de, bir zamanlar iyi olmuş birinden gelir.
Hiçbir zaman öfkelenmeyen adamdan kendini koru.
Korktuğumuz şeyden, dolayısıyla kendimiz olabileceğimiz, bizimle belli bir yakınlığı olan şeyden nefret ederiz; çünkü herkes kendinden nefret eder.
Bir insanı küçük düşürmenin en korkunç yolu, onun acı çektiğine inanmamaktır.
Hepimiz kötü şeyler düşünürüz; ama pek seyrek kötülük yapabiliriz. Hepimiz iyi şeyler yapabiliriz; ama iyi şeyler düşünebilenlerimiz pek azdır.
Nefret her zaman kendi ruhumuzla bir başkasının bedeni arasındaki çatışmadır.
Bir şey bilmediğinin farkında olmak öğrenme isteğini içerdiğine göre, nefret de sevgiye susamışlıktan başka bir şey değildir.
İşimize geldiği zaman bağışlarız başkalarını.
Birisi bizi küçük gördüğü, aşağıladığı, bize uşak gibi davrandığı zaman ona bağlanır, ardını bırakmaz, elinden tutar ve büyülenmiş gibi onu yürekten kutsarız.
Savaş insanı barbarlaştırır; çünkü insanın bir savaşa katılabilmesi için kendisini her türlü pişmanlığa, inceliğe ve soylu değerlere karşı duygusuzlaştırması gerekir. İnsan sanki bu değerler yokmuşçasına yaşamak zorundadır ve savaş bittiği zaman o değerlere yeniden dönebilme gücünü de yitirmiştir.
"Adem iyilik ile kötülük arasındaki farkı bilmiyor değildi; böyle bir fark yoktu." (Leon Chestov)
Kötülük yapma isteği yeniyetmeliğe özgü bir şeydir. Bununla evrenin bir parçası olduğumuzu, beylik kısıtlamalara aldırmadığımızı kendimize kanıtlamak zorunluluğunu duyarız.
Hiç öfkelenmeyen insandan sakın; çünkü insan ancak kendini denetlemediği zaman içtendir.
Sonunda en değerli ve önemli saydığım şeylerin başlangıçta hiç de hoşuma gitmeyen ve beni tiksindiren şeyler olduğunu sık sık görmüşümdür.
Ancak kendilerine acımayan insanlara acırız.
Bir gün gelir canımızı yakmış olan bir insana, o insanın budalalığına karşı yalnız kayıtsızlık ve bıkkınlık duyarız. Bundan sonra bağışlarız onu.
"İyilik ile kötülük arasında bir seçim yapmanın gerekli olması, özgürlüğün zaten yitirilmiş olduğu anlamına gelir. Kötülük dünyaya nüfuz etmiş ve Tanrısal iyinin yanında yerini almıştır." (Leon Chestov)
Bizi sıkan insanlardan başka herkese acırız.
Tedirginliğimizin nedeni, tek gerçeğimiz olan kelimelere güvenmeyişimiz, henüz ne olduğunu açıkça bilmediğimiz bir öz arayışımız, kararsızlığımız, acı çekmemizdir.
En korkunç acı, acının dineceğini bilmektir.
Birinden öç mü alacaksın? Onu bağışlamış gibi davran; bırak, hayat öç alsın ondan. Senin düşmanından başkalarının öç alması kadar tatlı bir öç alma duygusu yoktur. Üstelik bunun sana iyi yürekli insan rolünü vermesi gibi bir yararı da vardır.
İnsan kendisinden nefret ettiği için başkalarından nefret eder.
Acı ne kadar ortaya çıkar ve kesinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.
İnsanların hoşuna gitmek için onlardan her birinin gizli yaşamında elinin tersiyle itip nefret ettiği şeyleri yapmak gerek.
İster sevgiyle, ister nefretle; ama her zaman şiddetle davran.
Bir insanın hayatın tadını çıkarmasına, kıskançlık duymadan katlanamadığımızı kesinlikle söyleyebiliriz.
Her zaman insana acı çektiren bir şey vardır.
Bir haksızlığa uğramanın acısı güçlendiren bir irkiltidir insan için -bir kış sabahı gibi. Canlılığımızı ve yaşama sevincimizi doruğuna ulaştırır, nesnelerle aramızdaki bağ açısından önemimizi bize yeniden kazandırır, bizi yüceltir; herhangi bir talihsizlik sonucu acı çekmekse sadece utanç verir insana.
Çok acı çekmiş olmanın karşılığı, sonradan köpekler gibi ölmektir.
Başkasından nefret eden bir insan hiçbir zaman yalnız değildir. Nefret ettiği insan her zaman onun yanındadır.
Gerçek kötülük başlangıcından beri kötü olduğu için daha da kötüleşmeyip kendi soysuzlaşması sonucu bir gün kuruyup gidecek birinden değil de, bir zamanlar iyi olmuş birinden gelir.
Hiçbir zaman öfkelenmeyen adamdan kendini koru.
Korktuğumuz şeyden, dolayısıyla kendimiz olabileceğimiz, bizimle belli bir yakınlığı olan şeyden nefret ederiz; çünkü herkes kendinden nefret eder.
Bir insanı küçük düşürmenin en korkunç yolu, onun acı çektiğine inanmamaktır.
Hepimiz kötü şeyler düşünürüz; ama pek seyrek kötülük yapabiliriz. Hepimiz iyi şeyler yapabiliriz; ama iyi şeyler düşünebilenlerimiz pek azdır.
Nefret her zaman kendi ruhumuzla bir başkasının bedeni arasındaki çatışmadır.
Bir şey bilmediğinin farkında olmak öğrenme isteğini içerdiğine göre, nefret de sevgiye susamışlıktan başka bir şey değildir.
İşimize geldiği zaman bağışlarız başkalarını.
Birisi bizi küçük gördüğü, aşağıladığı, bize uşak gibi davrandığı zaman ona bağlanır, ardını bırakmaz, elinden tutar ve büyülenmiş gibi onu yürekten kutsarız.
Savaş insanı barbarlaştırır; çünkü insanın bir savaşa katılabilmesi için kendisini her türlü pişmanlığa, inceliğe ve soylu değerlere karşı duygusuzlaştırması gerekir. İnsan sanki bu değerler yokmuşçasına yaşamak zorundadır ve savaş bittiği zaman o değerlere yeniden dönebilme gücünü de yitirmiştir.
"Adem iyilik ile kötülük arasındaki farkı bilmiyor değildi; böyle bir fark yoktu." (Leon Chestov)
Kötülük yapma isteği yeniyetmeliğe özgü bir şeydir. Bununla evrenin bir parçası olduğumuzu, beylik kısıtlamalara aldırmadığımızı kendimize kanıtlamak zorunluluğunu duyarız.
Hiç öfkelenmeyen insandan sakın; çünkü insan ancak kendini denetlemediği zaman içtendir.
Sonunda en değerli ve önemli saydığım şeylerin başlangıçta hiç de hoşuma gitmeyen ve beni tiksindiren şeyler olduğunu sık sık görmüşümdür.
Ancak kendilerine acımayan insanlara acırız.
Bir gün gelir canımızı yakmış olan bir insana, o insanın budalalığına karşı yalnız kayıtsızlık ve bıkkınlık duyarız. Bundan sonra bağışlarız onu.
"İyilik ile kötülük arasında bir seçim yapmanın gerekli olması, özgürlüğün zaten yitirilmiş olduğu anlamına gelir. Kötülük dünyaya nüfuz etmiş ve Tanrısal iyinin yanında yerini almıştır." (Leon Chestov)
Bizi sıkan insanlardan başka herkese acırız.
Tedirginliğimizin nedeni, tek gerçeğimiz olan kelimelere güvenmeyişimiz, henüz ne olduğunu açıkça bilmediğimiz bir öz arayışımız, kararsızlığımız, acı çekmemizdir.
En korkunç acı, acının dineceğini bilmektir.
Birinden öç mü alacaksın? Onu bağışlamış gibi davran; bırak, hayat öç alsın ondan. Senin düşmanından başkalarının öç alması kadar tatlı bir öç alma duygusu yoktur. Üstelik bunun sana iyi yürekli insan rolünü vermesi gibi bir yararı da vardır.
İnsan kendisinden nefret ettiği için başkalarından nefret eder.
Acı ne kadar ortaya çıkar ve kesinleşirse, yaşama içgüdüsü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.
İnsanların hoşuna gitmek için onlardan her birinin gizli yaşamında elinin tersiyle itip nefret ettiği şeyleri yapmak gerek.
İster sevgiyle, ister nefretle; ama her zaman şiddetle davran.
Bir insanın hayatın tadını çıkarmasına, kıskançlık duymadan katlanamadığımızı kesinlikle söyleyebiliriz.
Her zaman insana acı çektiren bir şey vardır.
Sürünün İçinde Birey/Zülfü Livaneli
Türkiye'de insanlar genellikle kendileri için değil, başkaları için yaşarlar. Aslında güzel bir evde oturmanın ya da iyi bir otomobil kullanmanın vereceği zevk, başkalarının bu eve ve otomobile nasıl özlemle ve gıptayla bakacağını bilmenin vereceği keyfin yanında solda sıfır kalır. Servet sahibi olanların, her gün servetlerini medyada sergilemeleri bu yüzdendir. Makam ve mevki için de böyledir durum.
Otoriteyi ele geçirmenin sarhoş ediciliği de buradadır: Başkalarını susta durdurmak, onlardan üstün olmak, onlara emir vermek! Bazı siyasiler bunu bir parça gizleyebilir ama kimilerindeki zevk kasılmaları her gün ekranlara yansır.
Birbirine bu kadar çok çiçek gönderen toplum yoktur dünyada. Ama bunlar gönülden gelen alçakgönüllü kır çiçekleri değil, illa dev çelenkler olmalı ve üzerinde isminiz yazmalıdır. Yerli yersiz herkese çelenk gönderilir: Cenazeye, düğüne, kebapçı, oto galerisi ya da umumi hela açılışına.
Düğünlerde çok cayırtı yapılması, mesela Anadolu köylerinde göğe ateş edilmesi ve İstanbul köylerinde havai fişek gösterisi yapılması da bunun bir göstergesidir.
Bu yüzden Türkiye'de birey olarak kendi varoluş problemleriniz ya da metafizik kaygılarınızla uğraşamazsınız. Ne kadar köşenize çekilmiş olursanız olun fazilet davası, kur hesabı, manken aşkları ve arabesk feryatlar gelip sizi bulur.
Medyanın en çok söylenti ürettiği ülkedir burası. Çünkü insanlar buna meraklıdır. Bu yüzden bireysel olan hiçbir şey derinleşemez, kök salamaz; insanlar kendi iç hesaplaşmalarına dalamaz, olgunlaşamaz.
Her şey "Bir rivayete göredir" buralarda. "Bir hadisenin şüyuu vukuundan beterdir." (Söylentinin çıkması, gerçekleşmesinden daha kötüdür).
Yöneticilerin eleştiriye tahammül edememesi de aynı konunun bir başka yönüdür.
Sorunların çözülmesi değil, yok sayılması, görmezden gelinmesi tercih edilir. Bu nedenle, bir şeyi eleştirdiğinizde, o durumu ortaya çıkaran kişi olarak sanki sorunun nedeni sizmişsiniz gibi tepki alırsınız.
Ortega y Gasset'in felsefi mesajı daha çok bizim için söylenmiş gibidir: "Ben, kendimin ve çevremin toplamıyım!" Her TC yurttaşı, kendisinin ve çevresinin toplamıdır. Yani hangi erdemleri taşırsanız taşıyın, hangi ilkelere inanırsanız inanın, toplumun akmakta olduğu çamurlu dere yatağından kurtulamazsınız. Gelir, size bulaşır! Sizi de kendisi gibi kılmak için müthiş bir uğraş verir. Milyonlarca satır yazı üzerinize saldırır; milyonlarca televizyon imgesi gözünüzü ve beyninizi hırpalar. Çünkü siz bir bireysinizdir ve Türkiye'nin bireye tahammülü yoktur. Hele bağımsız, özgür düşünceli, kendi kendisine sorular soran, vicdanlı bireylere asla! Bu yüzden Türkiye'de bireyselliğini korumak isteyen insanların ömrü, sürüleştirme çabalarına direnmekle geçer.
Otoriteyi ele geçirmenin sarhoş ediciliği de buradadır: Başkalarını susta durdurmak, onlardan üstün olmak, onlara emir vermek! Bazı siyasiler bunu bir parça gizleyebilir ama kimilerindeki zevk kasılmaları her gün ekranlara yansır.
Birbirine bu kadar çok çiçek gönderen toplum yoktur dünyada. Ama bunlar gönülden gelen alçakgönüllü kır çiçekleri değil, illa dev çelenkler olmalı ve üzerinde isminiz yazmalıdır. Yerli yersiz herkese çelenk gönderilir: Cenazeye, düğüne, kebapçı, oto galerisi ya da umumi hela açılışına.
Düğünlerde çok cayırtı yapılması, mesela Anadolu köylerinde göğe ateş edilmesi ve İstanbul köylerinde havai fişek gösterisi yapılması da bunun bir göstergesidir.
Bu yüzden Türkiye'de birey olarak kendi varoluş problemleriniz ya da metafizik kaygılarınızla uğraşamazsınız. Ne kadar köşenize çekilmiş olursanız olun fazilet davası, kur hesabı, manken aşkları ve arabesk feryatlar gelip sizi bulur.
Medyanın en çok söylenti ürettiği ülkedir burası. Çünkü insanlar buna meraklıdır. Bu yüzden bireysel olan hiçbir şey derinleşemez, kök salamaz; insanlar kendi iç hesaplaşmalarına dalamaz, olgunlaşamaz.
Her şey "Bir rivayete göredir" buralarda. "Bir hadisenin şüyuu vukuundan beterdir." (Söylentinin çıkması, gerçekleşmesinden daha kötüdür).
Yöneticilerin eleştiriye tahammül edememesi de aynı konunun bir başka yönüdür.
Sorunların çözülmesi değil, yok sayılması, görmezden gelinmesi tercih edilir. Bu nedenle, bir şeyi eleştirdiğinizde, o durumu ortaya çıkaran kişi olarak sanki sorunun nedeni sizmişsiniz gibi tepki alırsınız.
Ortega y Gasset'in felsefi mesajı daha çok bizim için söylenmiş gibidir: "Ben, kendimin ve çevremin toplamıyım!" Her TC yurttaşı, kendisinin ve çevresinin toplamıdır. Yani hangi erdemleri taşırsanız taşıyın, hangi ilkelere inanırsanız inanın, toplumun akmakta olduğu çamurlu dere yatağından kurtulamazsınız. Gelir, size bulaşır! Sizi de kendisi gibi kılmak için müthiş bir uğraş verir. Milyonlarca satır yazı üzerinize saldırır; milyonlarca televizyon imgesi gözünüzü ve beyninizi hırpalar. Çünkü siz bir bireysinizdir ve Türkiye'nin bireye tahammülü yoktur. Hele bağımsız, özgür düşünceli, kendi kendisine sorular soran, vicdanlı bireylere asla! Bu yüzden Türkiye'de bireyselliğini korumak isteyen insanların ömrü, sürüleştirme çabalarına direnmekle geçer.
*Bir kadının sezgileri bazen en mantıklı çıkarımlardan bile daha değerli olabilir. Karmaşık beyinleriyle art arda sıraladıkları senaryoları mutlaka dikkate alın. Bunlar sizi hiç tahmin etmediğiniz sonuçlara ulaştırdığında haklı olduğumu anlayacaksınız.
Sherlock Holmes - ” Suç Detayda Gizlidir ”
*''Rüya ve gerçek tek bir noktada kesişir. O noktada hiçbir şeyin anlamı kalmaz. Her iki duygunun esiri olur insan. Korku ve öfkenin esiri.''
Sherlock Holmes - ” Suç Detayda Gizlidir ”
*''Rüya ve gerçek tek bir noktada kesişir. O noktada hiçbir şeyin anlamı kalmaz. Her iki duygunun esiri olur insan. Korku ve öfkenin esiri.''
-Satranç Ve Şövalye / Erol Çelik
*"Bir erkek kadının gözlerine baktığında, başka bir kadın görüyorsa, kadın bunu anlar."
(Notebook)
*Kimi der ki kadınuzun kış gecelerinde
yatmak içindir.
Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
O benim kollarım, bacaklarım. Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır.
Nazım HİKMET
*Evlilik kadınlara sunulmuş tek gerçeklik gibi;Ya evlidir ve mutsuzdur,
ya boşanmıştır ve mutsuzdur,
ya da evlenemediği için mutsuzdur.
(Simone De Beauvoir)
Kadın henüz yatkın değildir dostluğa.
Ama söyleyin bana,
siz erkekler, hanginiz yatkınsınız ki dostluğa?
Ah erkekler,
sizin yoksulluğunuz ve gönlünüzün cimriliği !
Sizin dostlarınıza verdiğiniz kadarını,
ben düşmanıma veririm
ve yoksul da da düşmem bu yüzden.
Arkadaşlık var; dostluk da olsun !
(Nietzsche)
*''Düşünmeye utanmıyorsak, söylemeye de utanmamalıyız."
*"Bir erkek kadının gözlerine baktığında, başka bir kadın görüyorsa, kadın bunu anlar."
(Notebook)
*Kimi der ki kadınuzun kış gecelerinde
yatmak içindir.
Kimi der ki kadın yeşil bir harman yerinde dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir.
Kimi der ki ayalimdir. Boynumda taşıdığım vebalimdir.
Kimi der ki hamur yoğuran.
Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.
O benim kollarım, bacaklarım. Yavrum, annem, karım, kız kardeşim hayat arkadaşımdır.
Nazım HİKMET
*Evlilik kadınlara sunulmuş tek gerçeklik gibi;Ya evlidir ve mutsuzdur,
ya boşanmıştır ve mutsuzdur,
ya da evlenemediği için mutsuzdur.
(Simone De Beauvoir)
Kadın henüz yatkın değildir dostluğa.
Ama söyleyin bana,
siz erkekler, hanginiz yatkınsınız ki dostluğa?
Ah erkekler,
sizin yoksulluğunuz ve gönlünüzün cimriliği !
Sizin dostlarınıza verdiğiniz kadarını,
ben düşmanıma veririm
ve yoksul da da düşmem bu yüzden.
Arkadaşlık var; dostluk da olsun !
(Nietzsche)
*''Düşünmeye utanmıyorsak, söylemeye de utanmamalıyız."
Marcus Tullius Cicero
Oğuz Atay , Tehlikeli Oyunlar
Bana bir çay pişir. Bırakalım her şey kendi kendine düzene girsin: Yavaş yavaş soyunalım. Bir şey kaybetmek korkusuyla yaşamayalım. Ne olacak endişesine kapılmayalım. Bırakalım zaman her şeyi halletsin. Bu söz bize korkunç gelmesin.
Aynı ırmağa bir kere daha girelim. Acele etme, çay kendi kendine demlenir. Sen gideli neler oldu bak diyerek her şeyi bir çırpıda anlatmayalım: Bu sağlık bozucu davranıştan kaçınalım. Hemen birbirimizi eksiltmeyelim. Dur ıslanmışsın, sana kuru bir şeyler vereyim, deme.Hürriyetime düşkünüm biliyorsun. Nasıl olsa kururum. Günlük yaşantıların küçük koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. İnsan kendini kaybediyor sonra.
Aynı ırmağa bir kere daha girelim. Acele etme, çay kendi kendine demlenir. Sen gideli neler oldu bak diyerek her şeyi bir çırpıda anlatmayalım: Bu sağlık bozucu davranıştan kaçınalım. Hemen birbirimizi eksiltmeyelim. Dur ıslanmışsın, sana kuru bir şeyler vereyim, deme.Hürriyetime düşkünüm biliyorsun. Nasıl olsa kururum. Günlük yaşantıların küçük koşuşmaları içinde bunalmayalım, nefes nefese kalmayalım. İnsan kendini kaybediyor sonra.
*Bir de vatan denen bir şey vardı ki, çok iyi
korunması gerekiyordu. Bizler, her sabah hep bir ağızdan
onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek
haykırıyorduk. Bir de bazı çatık kaşlı adam resimleri vardı
ki, babam onlara, gazetedeki amcalara yaptığım gibi, sakal
bıyık takmamı şiddetle yasak etmişti. Kocaman bir dünyanın
içinde -oysa sınıfta duran ‘mücessem küre’ çok küçük
kalıyordu asıl dünyanın yanında...
Oğuz Atay , Tutunamayanlar
*"Gülümsemenin hem maliyeti sıfırdır hem de bedeline paha biçilemez."
korunması gerekiyordu. Bizler, her sabah hep bir ağızdan
onu özümüzden çok sevdiğimizi, ant denilen bir şey içerek
haykırıyorduk. Bir de bazı çatık kaşlı adam resimleri vardı
ki, babam onlara, gazetedeki amcalara yaptığım gibi, sakal
bıyık takmamı şiddetle yasak etmişti. Kocaman bir dünyanın
içinde -oysa sınıfta duran ‘mücessem küre’ çok küçük
kalıyordu asıl dünyanın yanında...
Oğuz Atay , Tutunamayanlar
*"Gülümsemenin hem maliyeti sıfırdır hem de bedeline paha biçilemez."
Moliére
*Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum.
Oktay Rıfat
*Hayat, bazen ardı ardına “Kim Olmadığın” boyutunu ifade ederek,seni “Kim Olduğunu” kanıtlamaya çağırabilir.
Neale Donald WALSCH, Tanrı Ile Sohbet
*"Hayal, gerçeği hep istediği biçimde kurar; ama gerçek, hep kendi biçiminde oluşur. Hayalin gerçekte en çok çekemediği, durağanlık değil, değişkenliktir.Kalıcı olan hayallerdir; gerçekler ise değişken."
-Oruç Aruoba-
*”Kurallar kendi kararlarını veremeyen aptallar için bir kılavuz gibidir…”
*Ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,Boğazımda düğümleniyorsa lokma,
Buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
Alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
Yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
Denize bile iştahsız bakıyorsam,
Hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
Bu darağacı suratlı toplum.
Oktay Rıfat
*Hayat, bazen ardı ardına “Kim Olmadığın” boyutunu ifade ederek,seni “Kim Olduğunu” kanıtlamaya çağırabilir.
Neale Donald WALSCH, Tanrı Ile Sohbet
*"Hayal, gerçeği hep istediği biçimde kurar; ama gerçek, hep kendi biçiminde oluşur. Hayalin gerçekte en çok çekemediği, durağanlık değil, değişkenliktir.Kalıcı olan hayallerdir; gerçekler ise değişken."
-Oruç Aruoba-
*”Kurallar kendi kararlarını veremeyen aptallar için bir kılavuz gibidir…”
-Dr. House -
*''Medeniyet duvarla başlar. Duvar örmek çeşitli amaçlar taşır. Bu amaçların ilki ayırmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Daha sonraki amaçlar içeride ya da dışarıda bırakmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Duvarlar örülür ve iki cephelerinde hayatlar gelişir. Duvarsız bir dünya günümüz insanı için cehennemdir. Medeni insanın ruhsal dengesi sonsuza dek kaybetmesine; elektirik, kanalizasyon ya da iletişim sistemlerinin çökmesi değil, duvarların yıkılması neden olacaktır. Bu yüzden duvar ustalığı kapitalist anlamda ilk gerçek meslektir.''
*''Medeniyet duvarla başlar. Duvar örmek çeşitli amaçlar taşır. Bu amaçların ilki ayırmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Daha sonraki amaçlar içeride ya da dışarıda bırakmaktır: insanları, hayvanları, bitkileri ve şeyleri. Duvarlar örülür ve iki cephelerinde hayatlar gelişir. Duvarsız bir dünya günümüz insanı için cehennemdir. Medeni insanın ruhsal dengesi sonsuza dek kaybetmesine; elektirik, kanalizasyon ya da iletişim sistemlerinin çökmesi değil, duvarların yıkılması neden olacaktır. Bu yüzden duvar ustalığı kapitalist anlamda ilk gerçek meslektir.''
Hakan Günday - ” Piç ”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)