9 Mart 2013 Cumartesi

Maddeleşmiş Güvensizlik/Hasan Ali Toptaş

Evliliğimizin ilk yıllarında böyle bir tutkusu yoktu oysa; çarşı pazar dolaşarak arkadaşlarından işittiği ya da bir yerlerde görüp heveslendiği eften püften şeylerin peşinden koşmazdı. O zamanlar, birlikte hafta sonu gezilerine çıkar, konuşa konuşa kentin bir ucundan bir ucuna yürür, o kitapçı senin bu kitapçı benim, bıkıp usanmadan saatlerce dolaşırdık. Belediye zabıtalarının inanılmaz bir gaddarlıkla sokaktan sokağa sürdüğü kaldırım kitaplarının peşinden koşarak, "Seç: 1000-TL." tabelasının çevresine yığılan ve bilirbilmezlerce karıştırıla karıştırıla büsbütün yıpranan, yıprandıkça da kabarıp kalınlaşan kitapların içinden daha önce arayıp da bulamadığımız ya da pahalı olduğu için dükkanlardan alamadığımız kitapları tek tek seçerdik. İşbirliği yapmış iki kitap kurdu gibiydik.
Akşamlarıysa, şiir okurduk. Buhurdanlıkları eksik, alacakaranlıksız ve müritsiz bir tapınma törenine benzerdi şiir saatlerimiz. Sessizce, hiç konuşmadan karar verir, yine aynı sessizlikle hazırlanır ve dalgalanışlarını durup dinlenmeden erteleyen kocaman bir sessizlik denizinin ortasında, yavaş yavaş kendi derinliklerimize doğru çekilirdik. Ben okumaya başlamadan önce, çevremizde uçuşan sinekleri bile sustururdu karım; sonra gelip karşıma oturur ve suya dalacakmış gibi derin bir nefes alırdı. Yemyeşil gözlerini iri iri açarak öyle güzel, öyle derin ve öyle dalgın dinlerdi ki sesimi, kimi zaman şiiri mi yoksa onun yüzünü mü okuyacağımı bilemezdim. Onun da o anda kaç şiiri birden dinlediğini düşünürdüm sürekli. Kuşkusuz, üç şiiri birden dinliyor derdim; bir benim okuduğumu, bir sesimle yüzümün oluşturduğunu, bir de düşlediğini..
Evin hemen hemen her köşesinde bir yer açmıştık birlikteliğimize, bakışlarımıza ufuklar, adımlarımıza geniş geniş ovalar bağışlamıştık.
Her şey nasıl oldu da değişti ve ben bu değişikliği neden yıllar sonra fark edebildim, anlamıyorum. Görmem gerekirdi oysa; dünyamı daraltan, özellikle de içimdeki o silik hayvanın hareketlerini sınırlayan bunca eşya, akşam karanlığında gürül gürül gürüldeyen kocaman bir kamyonla getirilmemişti kapımıza; kimi ikindi tenhalığında, kimi öğle aralığında, kimi de hafta sonlarının o uyuşuk boşluğunda, tek tek taşınmıştı. Karımın bana, başkalarına ve kendine duyduğu güvensizliğin karşılığıydı hepsi. Maddeleşmiş güvensizlikti. Kuşkusuz, aldığı her eşya onun içindeki bir gediği kapatıyordu ve kimbilir ne zaman açılmıştı o gedikler, kimler açmıştı, nasıl açmıştı ve kimbilir kaç yıldan bu yana serin rüzgarlar geçiyordu oralardan? Bunları bilemezdim tabi, belki kendisi de bilmiyordu; bir sokağa onlarla bakmak, bir sokağı onlarla yürümek olağanlaşmıştı gözünde. Bu yüzden, eşyaları neden satın aldığını da düşünmüyordu. Yalnızca satın almak önemliydi onun için, sahip olmak, sahip olmayı sonsuza dek tekrarlamak, sahip olduğunu bilmek ve sahip olduğu şeylere sabah akşam dokunup durmak önemliydi. Bana öyle geliyordu ki, neleri ne kadar aldığını bile unutuyordu kimi zaman.
Her şeyi kavrayıp tıkış tıkış bir salonda içimde soluk alıp veren o sinsi hayvanla birlikte şaşkınlıktan yarı açık ağızla dikilip kaldığımda, iş işten geçmişti. Daha ilk karşılaşmamızda, karımın günün birinde böyle bir insana dönüşeceğini sezemeyişime içerlemekten başka yapılacak bir şey yoktu; çaresiz, bugünü dünden göremeyenlerin acısını çekecektim. İçinde bulunduğum koşulların yırtıcılığına kapılıp da eşyaları tek tek kapının dışına fırlatmak hiç de akıllıca bir iş değildi. Kaldı ki, onlar da yalnızca eşya değillerdi zaten; onlar, karımın beynine kök salan tutkunun eşya görünümüne bürünerek evimizin orasına burasına dağılışıydı, kokusuydu o tutkunun, dumanıydı, sisiydi ve giderek genişleyen, kalınlaşan ve kendisini yaratanla birlikte benim de üstüme çöken karanlığıydı..
"Sahip olma duygusu ruha yüktür." demiştim daha sonra.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.